Ahiyan’a Yolculuk


Yazar: Tarık Akçay

Kim var imiş biz burada yoğ iken

                                                                   Karacaoğlan

Kaleden bakıldığında Ankara’nın manzarası çok güzel. Dağlar, yeşil vadiler uzanıp gidiyor. Yan taraflarda ise karlı dağlar görülüyor.

                                                                   Hans Dernschwam

Ankara uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde uğradığı istilalar, üst üste yangınlar ve yağmalar, şehirde geçmiş zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir karışıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıştığı, haşır neşir olduğu pek az yer vardır.

                                                             Ahmet Hamdi Tanpınar

Var varanın, sür sürenin baykuşu çoktur viranenin. Hak dost, veli dost. Babamdan kaldı eki bir post. Ben dikerim o sökülür, arasına bir pire sokulur. Tuttum pireyi Engürü’ye yolladım. Bekledim bekledim gelmedi. Ardından Bedizci’yi yolladım. Çıktım Hacı Bayram’a dilek diledim. Bir sinek vızladı indi Kirazlı Dere’ye. Tiftiği yükledim doksan dokuz deveye. Fırçamın ucu kırıldı Kadı’nın kızına bakarken. Bir de hançer yedim sinemden. Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim. Suyu kana kana içtim Ters Kitabeli Çeşme’den. Seyreyledim Kale’yi Rasat Tepe’den. Surlar sır, sırlar tablo oldu.

                           Surdaki Sır/Bir Tablo Hikayesi kitabından

Engürü, Angora, Ankira… Nasıl hitap edersek edelim bu şehir, bir Ahi şehridir. Bir Selçuklu şehri. Elbette birileri bu gerçeğe itiraz edecektir. Burada durup “Hangi Ankara?” sorusunu sorduğumuzda niyetimiz daha iyi anlaşılır. Cevaben “Asıl Ankara” diyenlerle yolculuğumuza başlayalım. Fakat önce Eski Ankara’yı resmeden gravürlerden yardım almalıyız. Ankara keçilerinin melemelerini işitmeli, şehri baştan sona saran derelerin şırıltısını dinlemeli, müezzinlerin davetine kulak vermeliyiz; tiftik keçilerini otlatan çocukları görmeli, şehri kuşatan görkemli surları incelemeli, dua eden insanların dualarına katılmalı, minarelerin süslü gözlerine bakmalıyız. Ancak bu şekilde şehre kalbimizi açabiliriz.    

Eskiler gönüllerindeki kelimeleri dışa vurmak, dile dökmek için küçük bir gezintiye çıkarlarmış. Biz yeniler olarak dertlerimizi dökmek, içimizdeki kuruntulardan kurtulmak, güzelliklere kavuşmak için çıkıyoruz yola. Kısa süreliğine de olsa zihinlerimizi temizlemek için yapıyoruz bunu. Zihnimizin bir yerinde de kaleye çıkmak duruyor sessizce. Bent deresi vadisi boyunca başlayan yolculuğumuzda ne suyun ne de eski insanların esamesi okunuyor. Ama yine de bir takaya binmiş gibi kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz suyun götürdüğü yere. Ömer Ağabey bizi Hatip Çayı’nın hikayesi ile buluşturmuştu. Evet biz, hikayesi olan her şeyi seviyoruz. Hakikati takip etmeyi de. Hıdırlık Tepesi’ni sağımızda bırakıp Tabakhane Mahallesi’ne geldiğimizde bir karmaşanın içine düşüyoruz sadece. Arabalar, korna sesleri, bir yerden bir yere gitmekte olanlar, seyyar satıcılar ve güneşin mayıştırdığı köpekler… Bizi bu karmaşadan beyazlara bürünmüş biri kurtarıyor. Tabakhane Camii. Yanı başında da dışardan türbe sandığımız İsfahan Mescidi. İnsan merak etmiyor değil asıl renginin ne olduğunu. İnanıyoruz camilerin de bir renginin, sesinin, kokusunun var olduğuna. İnanmakla kalmıyoruz bunu biliyoruz. Her ne kadar içten içe kaleye çıkmak istesek de şehrin çağrısına kayıtsız kalamıyoruz. Karşıya, eski evlere yöneliyoruz yolu uzatmayı göze alarak. Çünkü şehir hiçbir şeyini sakınmıyor bizden ve bütün güzelliğiyle karşımızda duruyor. Şehrin derinliklerine yolculuk etmek düşüyor bize. Şimdilerde derneklerin bulunduğu bu evlerin arasından hiçbir dernek toplantısına bulaşmadan geçip gidiyoruz. Hacı Bayram’a varmadan Ahi Tura Camii’ni görüyoruz. Samimiyet barındırıyor burası. Görüyoruz bazı şeyleri. Bir derviş çocuklara Kur’an okutuyor şu kenarda. İnananlar omuz omuza secdeye varıyor. Şahitlik olabildiğince kendini gösteriyor. Küçük bir mihrap, minber ve vaaz yeri. Geriye kalan her şey ulu.

Duyguları satmak üzere paketlemiş tüccarlar arasında çarşılardan geçip Hacı Bayram Hazretlerinin makamına varıyoruz. Bir hissiyat beliriyor gönlümüzde buranın çok özel bir yer olduğuna dair. Kendine has bir havaya sahip bir kere Hacı Bayram Camii. Ankara’daki diğer camiilere nazaran bazı farklılıklar barındırıyor kendinde. Avlu; yer yer uzun ağaçlar, yaşını almış adamlar, güvercinlerin peşinde koşan küçük tatlı çocuklar, türbeyi ziyarete gelenler, camiye girip çıkanlar ve vakti bekleyenlerle dolu. Bayramları yaşayan ve yaşatan inançlı insan topluluğu adeta görsel bir şölen sunuyor. Her şey sahici. Hatip’in dışarıya taşan vaazında dahi bir yavanlık yok. Gündüzün yoğunluğu gecenin sessizliğinde eriyor. Bir başka havaya bürünüyor Hacı Bayram geceleyin. Kadim dostlar baş başa kalıyor birbirine yaslanmış halde: Hacı Bayram Camii ve Augustus Tapınağı. Onca yıla göğüs gererek gelmişler günümüze. Bizatihi bu iki dostu görebilmemiz için özenerek korumuş olmalı Allah. Gecenin sessizliğini bazı sözler bölüyor. Meryem oğlu İsa ile Muhammedü’l Emin diz dize göz göze oturmuş hasbihal ediyorlar. Havariler de yanlarında. Topraktan dönen Hacı Bayram ve bir buçuk hakiki mürşidi de onlara eşlik ediyor. Hep beraber Alemlerin Rabbi’ni zikrediyorlar. Böylelikle Ankara’nın maneviyatı bu mekânda korunuyor.

Yolculuğa devam etmeden önce biraz dinlenmeliyiz. Gözümüze Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nin bahçesi takılıyor. Yorgunluğumuzu atmak için bundan daha uygun bir mekân olamaz. Ağaçlar arasındaki oturağa geçiyoruz. Hasbelkader nereye adım atsak orada farklı güzelliklerle karşılaşıyoruz. Karşımızda göğe uzanan Julianus (Belkıs) Sütunu. Bir eksiklik fark ediyoruz onda. Bu dikili taşın tepesini yıllar yılı mesken edinmiş leylekler yok şimdi yerinde. Altımızda ise ayrı bir şehir yatıyor. Roma’ya ait su kanalları, kanalizasyon ve imparatorların kullandıkları yol. Yabancılık hissetmiyoruz. Aksine kendimizi buranın bir yerlisi sayarak içimizde güzel bir hoşlukla yola devam ediyoruz. Zincirli Camii’nin ince kırmızı tuğlalı duvarına bakarken kayboluyoruz. İçerisine girmek istesek de tadilatta olduğu için bunu başaramıyoruz. Ama olsun diyoruz dış güzelliği asla yanıltmaz bizi. Dışının güzelliğinin içinden geldiğini biliriz. Bir dilenci, ince kırmızı tuğlalarla kaplı cami duvarına yaslanmış dileniyor: “Allah için bir sadaka, Muhammed için bir sadaka.”

Ulus Çarşısı’na yöneliyoruz. Burada hayatın gerçekliği bütün açıklığıyla görünüyor. Her gün ekmek kavgası için toplanan kalabalık işlerinin başında. Bağrışlar, çağrışlar sonrasında çay içerek yorgunluklarını atıyorlar. Zerzavatçılardan uygun fiyatla ticaret yapan insanların yüzlerinde mutlu bir hal var. Derya kuzuları diye bağırıyor balıkçılar. Envai çeşit eşyanın, binbir çeşit insan yüzlerinin ve o keskin küf kokan peynirlerin arasından bir yere atıyoruz kendimizi. İbadullah Camii kendini bu pazar arasında hilekarlıktan kurtarmış biri olarak pak yüzüyle tebessüm ediyor gelenlere. Aklımızda dilencinin sözleri, karşımızda ince kırmızı tuğlalarla kaplı duvar ve üstümüzde dut ağacının dalları. Camiinin küçük tatlı bahçesine olanca ağırlığımızla çöküyoruz. Hacı Bayram’dan bu yana ince kırmızı tuğla kullanımı bize bir şeyler düşündürüyor. Hepsi birbirinden ayrı güzellikte ama birbirinden kopuk değil. Sadece Allah’ın evleri, müminlerin evleri olmakla kalmayıp kardeşlik bağıyla da bağlanmışlar. Veyahut bir kardeş sözde ahitleşmiş olmalılar.

Artık vakti geldi kaleye çıkmanın. Bunun bir bedeli var. Sarp yokuşu tırmanmak, uzun merdivenlerden çıkmak gibi. Yorgunluğumuzu önemsemeden ağır ağır çıkıyoruz. Bugün oldukça kolay kaleye çıkmak. Çünkü bizi bir müfreze karşılamayacak tepede. Bir okçunun oku isabet etmeyecek bize. Tepemize bir taş yuvarlanmayacak. Üstüne üstlük bütün kapılar ardına kadar açık olacak. Bunları bilmenin gönül rahatlığıyla varıyoruz surlara. Aslanlı çeşmenin oradan merdivenlere tırmanmaya başlıyoruz. Sağımızda şehrin güzel parklarından biri duruyor ve bize Erkan Oğur’u hatırlatıyor. İç suru geçip Kale Mahallesi’ne geldiğimizde Eski Türk evleriyle göz göze geliyoruz. Avlulu evler. Solumuzda minaresiyle, minberiyle yeşillere sarınmış Musafir Fakih Camii, sağımızda ise bir fethin nişanesi olarak duran Ankara’nın en eski camiisi Sultan Alaaddin. Alaaddin Camii’ne giriyoruz. Ahşap bir mihrap bütün muhteşemliğiyle bizi kendisine çekiyor. Kündekari deniyor bu sanata. Adeta el emeği göz nuru. Sanatkara olan saygımız sevgimiz artıyor. Neden biribirine yakın bunca camii yapılmış demiyoruz böyle şeytani düşüncelerden uzak durarak. Maharetli ellerin ustalığıyla aşkla şevkle yapılmış bu eserler bizi mutlu kılıyor. Aksine şehrin estetiğine kıyan, kapitalizmin bekçiliğini yapan alabildiğine yüksek iri kıyım binaların sevimsizliğinden kurtuluyoruz bu mekanlarda. Asıl bizi ırgalayan onlarca kafenin onlarca bankanın yan yana dip dibe ve şehrin her köşesinde olması. Rahatsız olunması gerekenlerden rahatsızlık duyuyoruz. Hatta nefret de ediyoruz. Başka hiçbir şey bizi ilgilendirmiyor bu hayatta.

Camiiden çıktığımızda bizi kaleye ulaştıracak merdivenler karşımızda kalıyor. Yolculuğumuza sebep olan kaleye çıkmak fikrinden vazgeçiyoruz birden. Kaç kere çıktığımızı bilmiyoruz ama bu sefer değil. Zihnimizde en güzel haliyle kalsın istiyoruz kale. Daha varılacak yerler var. Ha gayret diyerek yola devam. İç kaleyi terk ettiğimizde Eski Ahi Çarşısı’na varıyoruz. Ahiliğe dair bir şey kalmış mıdır? Birkaç zahireci, demirci, kalaycı ve aktarcı. Ahilerden kalan bir nasip varsa eğer buralarda aranmalı. Geriye kalanlar çoğunlukla incik boncuk işiyle uğraşan dükkanlar silsilesi. Çok şükür ki turist değiliz. Bu sebeple tüccarlar bizimle ilgilenmiyor. Biz de onlarla. Ahilerle selamlaşıyoruz. Onlar da selamımızı alıyor ve selam veriyorlar. At (saman) pazarı da denilen bu çarşıda sırasıyla uğrayacağımız üç camii var. Ahi Şerafeddin (Aslanhane), Hacı Arap ve Ahi Elvan. Aslanhane Camii’ni görüyoruz. En güzel yerinde, çini işlemeli minaresiyle “ben buradayım” diyor. Ahi Şerafeddin’in türbesi (kümbeti) camiinin az ötesinde kalıyor. Başka bir türbe daha var caminin yukarısında. Etrafı açık, üstü kapalı bir yer. Medfunu meçhul. Rivayete göre burada yatan zat On İki İmam soyundan, Horasan Erenleri’ndenmiş. Mezar taşının üstündeki Zöhre Ana’nın sözleri bize değiyor. Şöyle yazıyor taşta: ” Mekke yolu Allaha/ Sultan tahtı burada/ Bu dünyada hayr et ki/ Muhammed var divanda/ Dünya dolu malın var/ Boş göçecek salın var/ Mekke Kudüs ararsan/ İbadete yerin var.” Ahi Şerafeddin Camii’nin avlusunda da adını, sanını, şanını bilmediğimiz nice erler, yiğitler, Allah dostları yatıyor. Hüzünleniyoruz. Bir yandan camiiye girmenin heyacanı sarıyor bizi. Huşu dolu, ferahlık dolu bir camii. Ceviz ağacından yapılma sütunları ışık değdikçe parıldıyor. Çinilerle bezenmiş bir mihrap. Alaaddin Camii’ne benzer ceviz ağacından yapılma ahşap bir minber. Buranın kendine ait bir serinliği var ama üşütmüyor bizi. Ankara’nın en beğendiğimiz camilerinin başında geliyor burası.

Tekrardan çarşının içerisine giriyoruz. Hacı Arap Camii’nin kapısı kilitli olduğundan giremiyoruz ona. Biz de pazarın başında köşede bulunan Ahi Elvan Camii’ne gidiyoruz. Ahi Şerafeddin ile kardeşmişçesine benzer bir ibadethane. Cevizden sütunlar ve biçimli tahtaların birbirine geçtiği ahşap bir minber daha. Ayrılmak istemesek de akşamı etmeden varmamız gereken yerler olduğundan güzel bir ayrılışla ayrılıyoruz. Hemen yanı başında bulunan Pirinç Han’da çay içiyoruz. Burada birçok han var. Sulu Han, Çengel Han gibi. Hanlarda genellikle antikacılar, koleksiyoncular ve sahaflar bulunuyor. Buradan çıkıyoruz. Hamamönü’e doğru yürüyoruz. Ankara kedilerine hiç rastlayamamış olmanın burukluğunu yerde yatan bir kedicik gideriyor. Tüyü turuncu ve kahverengi karışık parlak bir görünümde. Yere bütün vücuduyla serilmiş; boncuk gözleriyle etrafı izliyor. Güzelliğine duyduğu güvenle kendini gösteriyor kuyruğunu sallayarak. Onu seyre dalıyoruz yakından. Bir seyyar satıcının arabası tüm bu ahengi bozuyor. Gündelik hayat bizi gerçeklikten koparmıyor. Aklımızda akşam ne yiyeceğimiz fikri var. Yaşam olağanca akıyor. Güzel olan hiçbir şey hülasa edilemiyor böylece.

Hamamönü, lokantaların ve kafelerin yeri. Eski evleri işgal etmişler sanki. İnsanlar Ramazan ayında iftarlarını, sahurlarını yapmak için tercih ediyorlar burayı. Onun dışında genellikle sakin bir yer. Hele ki bir bahar günü buradan Kurtuluş’a yürümek güzel oluyor. Bunca şatafatın içerisinde mütevazı kimlikleri de kendisinde barındırıyor Hamamönü. Mehmet Çelebi Camii ve Taceddin Dergahı buna bir örnek. Az ötelerinde de Abdal Musa Camii var. Akşam namazını Abdal Musa’da kılarak günü tamamlıyoruz. Camiinin önünde sıra sıra dizilmiş oturaklardan birine oturuyoruz. Her oturağın ortasında bir ağaç var ve önlerinde çimenlik uzanıyor. Yazı, baharı ne güzel olur diye düşünsek de kışın da ayrı güzel buralar. Otururken eskilerin bir deyişi aklımıza geliyor: “Ahileri seven Ankara’yı sever.”

One comment

  • Bu yazıyı yazmam için beni yüreklendiren, yazıyla ilgilenen ve desteklerini sunan Ömer Ağabey’e sevgilerimi sunuyorum. Teşekkür ediyorum.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s