Yazar: Cüneyt Yaşar
Sırtıma elli litrelik çantamı yüklenmiş iplerini sıkı sıkıya bağlamış güneşi de arkama almış bir bozkırın içinden geçiyorum. Etraf dımdızlak, ayağımın dibinde dolanıp duran birkaç böcek dışında neredeyse hiç yaşam belirtisi yok. Az sonra bahar yağmurlarında sulanarak iyice büyümüş, başakları iri tanelerle dolmuş buğday tarlalarının içinde buluyorum kendimi. Kamp yerine varmama daha var. Bu esnada ilerde bir yeşillik görüyor ve yaklaştıkça gökyüzüne doğru uzayan gövdeleriyle daha önce burada olup olmadığını çıkaramadığım bir ormana giriyorum. Aniden kaybolan güneşin etkisini kaybetmek ve renklerin tekrardan gelmesi için ellerimle gözlerimi ovuşturuyorum. Gözümü açtığımda ormanın zemini dikkatimi çekiyor. Kahverengi ve nemli bir toprak bu. Az önce geçtiğim yerdeki kuru toprağa pek benzemiyor. Geçişin bu kadar sert olmasını beklemiyordum. Yere eğilip üç parmağımın ucuyla yumuşacık olduğunu hissettiğim topraktan bir miktar alıp burnuma götürüyor ve gözlerimi kapatıyorum. Kokladıkça toprağın kokusu bana bir şeyler anlatmak istermişçesine bir yere doğru götürmeye başlıyor. Ormanın sıklaştığı bir yerde, dağın dibindeki bir mağaraya dikkatimi çekiyor. İçine sürükleniyorum.
Nemli havasından dolayı bozuk musluk gibi su damlatan ve kristalleşmiş gibi görünen duvarlarından içeriye doğru ilerliyorum. Gözüme yansıyan ışık yavaş yavaş azalıyor ve karanlıklara teslim olmaya başlıyorum. Hayret! Bu mağarada tanıdık olan bir şeyler var. Ama buraya daha önce geldiğimi pek anımsamıyorum. Derken Dark dizisindeki paralel evrenlerde geçmişe doğru yolculuk yapabildiğimiz o yer olduğunu anımsıyorum. Ne o? Hayalini kurduğum yerde miyim yoksa? Almanya‘ya ne ara geldim? Buna çok sevinmekle birlikte çok da sorgulayamıyorum, zira toprak beni o mağaranın içindeki zaman tüneline doğru adeta tüm gücüyle itiyor. İçine girer girmez vücudum karıncalanmaya ve duyu organlarım bulanıklaşmaya başlıyor. Gözümü açtığımda beyaz bir ışık görüyorum. Baş dönmem geçtiğinde de mağaradan çıkacak enerjiyi buluyorum kendimde. Çıktığımda etrafımda bir savaş döndüğünü görüyorum. Kıyafetlerinden II. Dünya Savaşı’nda olduğumuzu anladığım birkaç Alman üniformalı askerin “burayı aşarsak birkaç güne Fransa’dayız!” dediğini duyuyorum. Sanırım Almanlar Ren nehrini geçerek Fransızların Maginot hattına dayanmışlar. Bu sınırı aştıkları takdirde Fransa’ya diz çöktürmüş olacaklar. Tam olarak sınır bölgesinde olmalıyım. Ama buraya neden geldim ki? Ne anlatmaya çalışıyor bana bu koku? İnsanlar sadece bir karış yer için birbirlerini öldürüyorlar. Şahit olduğum şeylerden sonra bu manzaraya daha fazla dayanamadan mağaraya tekrar giriyorum. Baş dönmesi ve ardından tekrar ayıldıktan sonra mağaradan çıkıyorum. Bu sefer etrafımda hasat için dua eden insanları görüyorum. Hangi yıldayım tam emin olamıyorum ama insanların henüz modernitenin pençesine düşüp de inançlarını kaybetmeye başlamadıkları kesin. Tanrıya yakararak bu seneki hasadın evdeki çocuklarının karınlarını doyuracak şekilde olmasını temenni ediyorlar. Az önceki yerle bağının ne olduğunu çıkaramıyorum ama burası en azından daha huzurlu bir yer. En azından vurulma tehlikesi içerisinde değilim. Derken bir ses geri mağaraya çağırıyor beni. Mağaraya girmeden önce, heyecanla bağıran bir çocuğun sesini duyuyorum “Koşuun, İmparator V. Karl buraya doğru yaklaşıyoor”.
Yine mağaradayım. Bu sefer biraz alışmış olacağım ki girip çıkmak beni çok etkilemiyor. Çıktığımda herhangi bir şey göremediğim için bayağı uzaklaşıyorum mağaradan. Güneye doğru uzun bir mesafe gittikten sonra önüme bir akarsu çıkıyor ve yanında da bir delikanlı görüyorum. Yüzündeki toyluktan henüz onlu yaşlarının sonlarında olduğu fark ediliyor. Uzaktan izliyorum delikanlıyı. Elinde eski bir kitap görüyorum. Okurken birden kafasını çevirip önce suya, sonra havaya, ardından da su kaynatmakta olduğu ateşe bakıyor. O anda bir titremeyle ayak parmaklarının gömülü olduğu topraklara daha önce hiç fark etmemiş gibi dikkat kesiliyor. Ayak parmaklarının uçlarıyla kavrayıp bırakıyor toprağı. Bir müddet sonra başka biri daha delikanlının yanına yaklaşınca fazla açıkta olduğumu düşünerek çalılıkların arasına giriyorum. Gelen kişi “Empedokles, kaynamaktan su bitmiş neden bakmıyorsun?” diye sitem ediyor. Ardından birileri daha gelmeye başlayınca görünmeden mağaranın yoluna tekrar düşüyor ve ormanın derinliklerine doğru yürümeye başlıyorum.
Elim çenemde, kafam aşağı eğik bir şekilde yürürken bir yandan da gördüğüm şeyleri düşünüyorum. Neden böyle gerçeküstü şeyler yaşadım durduk yere? Neyin farkına vardım? Bulundukları toprakları vatan tutmak için savaşan askerler, bir yanda toprağın verimli olması için dua eden çiftçiler ve toprağı hayretle inceleyen o delikanlı… Birden delikanlının ayaklarındaki toprağı hissedişi gibi durakladım ve bir sıçrama yaşamanın etkisiyle titriyorum. Ardından aklıma dizinin başrolü Jonas’ın paralel evrendeki yaşlı halinin adının Adam olduğu geliyor. Bunun “Hepiniz Adem’densiniz, Adem de topraktandır” hadisini hatırlatması beni daha da heyecanlandırıyor. Toprağın yaşamımızı ve varoluşumuzu oluşturan yegane maddi bir töz ve nimet olduğunun farkına varıyorum. Hem maddi bedenimizin yapı taşlarını oluşturuyor hem bize bir mekan, bir döşek sağlıyor hem de yeri geliyor bizi besleyen, üzerinde türlü türlü bitkiler yetişen bir gıda deposu oluyor. Ne kadar da önemsiz duruyorsun halbuki. Her gün üstüne basıp geçiyoruz senin farkında olmadan. Filozoflar seni varlık hiyerarşilerinin en dip noktasına yerleştiriyorlar. Buna rağmen sen olmasan onların hiçbiri de olmayacaktı belki. Gerçi onlara kollarını açtığın vakit yine bir hiç olacaklar doğru ya.
Düşüncelere dalmışken önümde duran koca çukuru fark edemeyip içine yuvarlanıyorum ve kan ter içinde uyanıyorum yatağımdan. Cam açık kalmış. Kapatırken de kendime gülüyorum. “Hadi gökyüzüne bakarak tefekkür ederken çukura düşen Thales çukuru görmedi de sen yere bakarak yürürken onu görmeyi nasıl beceremedin?” diye. Sonra aklıma bir detay daha geliyor, üzülüyorum. Almanya’da da değildim. Zira Almanya vizemi hala vermemişti…