Yük


Yazar: Sümeyra Çelik

Yolun karşısında çürük sarı taksiye binen, azığındaki sırrı gönlüme asıp gitti. Aslında düşüncesiz biri değildi. Yine de sırrını vermezden önce bu yükle yaşamak isteyip istemeyeceğimi tartması gerekirdi. İşte derdi nasıl kavurduysa onu, kalenderliğini bir kenara bırakıp beni de katık etti. Üstesinden gelemeyeceğimi anladığım mide sancılarım için kalkıp bir soda açtım. Yüreğim gibi köpük köpük, agresif. Sakinlesin diye içine kakule ezdim,  pencerenin önüne kuruldum. Vitraydı. Her zaman neşe veren mercan ve turkuaz renkler şimdi Neşet Ertaş’ın bozlaklarını söylüyordu. Acaba Latin ozanı Prudentius Roma kiliselerini süsleyen vitrayları anlatırken nasıl bir ruh halindeydi? Mekânın ve eşyanın neliğine biçim veren biziz belli ki. Ya da değiliz. Ama emin olduğum tek şey 26 yıldır gördüğüm vitrayın her zamankinden farklı olduğu. Nerden baksan yaklaşık otuz cam parçasından oluşuyordu. Kenarları kurşunla kaplanıp birleşme noktaları lehimlendiğinde yıllara meydan okuyacak sağlamlıkta oluyordu. Benim içimdeki kırık parçaları birleştirip kurşunlasak, lehimlesek ortaya ne çıkar diye düşündüm. Belki sağlam olurdu böyle evet. Lakin göze gönle şenlik bir şey çıkar mıydı ortaya bilemiyorum. İnceden ikindi yağmuru başladı. E tabi toprağın da rayihası katmerlendi. Annemden kalma bir huy olsa gerek şifalanmak için hemen bahçeye çıktım. Toprağa adım attığımda, ana kucağına dönmüş gibi hissettim. Serin ve sıcak. Topuklarıma bulanması yetmedi, yüzümü sürmek istedim ve secdeye kapandım. Yerküreyle göğüs göğüse geldiğim an kainatın uğultusu kesildi sadece iğde ve toprak kokusu kaldı. O an öyle bir vecd haline büründüm ki yedi kat yeri aşıp çekirdeğe erecekmişim gibi. Erip, bir güzel sarsıp dünyaya çeki düzen verecekmişim gibi. İnledim mi, fısıldadım mı, haykırdım mı bilmiyorum ama konuşmaya başladım. Bugüne kadar dimağıma zerk edilen tüm sırları anlattım. Beni nasıl çoğalttıklarını ve nasıl eksilttiklerini. Peygamberden biliyordum dağların bile söz altında darmadağın olabileceğini. Ama anlattım. Bittiğinde gün akşama dönmüştü. Yeni aldığım fesleğeni dikmek için eteklerime toprak doldurup eve yollandım. Fark ettim ki sırları yine yanıma almışım.

Huysuz kapıyı kendime çekerek açılmaya ikna ettim ve kilidi çevirdim. Eşiği ürkütmeden attım adımımı. Vitrayın önündeki okuma koltuğuna kuruldum tekrar. Bu sefer gözlerim vitrayda değil, ayaklarımın altında dağılan kilimdeydi. Kolanlı, çift dokuma bir Elbeyli kilimi. Babaannem dokumuştu. Bir kenarı sobanın harından solsa da hala göz alıcıydı. Zeminde bakır rengi yoğunluktaydı, desenler hardal ve kiremit. Burcum başak olduğunda mı, yoksa memleketimin bozkırını çağrıştırdığından mı bilmem bu renk tonları keyfimi yerine getiriyor. Bakır bir yumak düşündüm babaannemin elinde. Kalın kaşlarını çatmış sarıyor makarayla. Dedem kenarda Sakarya Türküsü’nü ezberletiyor abime. Akşam altıyı bekliyorlar çeşmelerden su aksın diye. Gönlündekini parmaklarından ipliklere taşıyan kadının silahını, parmak uçlarını hatırlamaya çalıştım ama başaramadım. Her şey için çok geçti. Başım öne düştü ve gözüm tırnaklarıma dolan toprağa takıldı. Sırlar gazdaki molekül gibi bedenimi sarmalayıp ezdikçe ezmiş meğer. Anlattıktan sonra atmosfer basıncı üstünden kalkmış Armstrong’a döndüm. Kaos gezegeninin atmosferinden millerce uzakta gibi. Dur dedim, bir saniye. Çağdan çağa, şehirden şehre, pencereden kilime, yerküreden atmosfere sıçramayı bırak. Toprak, saksı ve fesleğeni kucakladım. Yeni sırlar fısıldamak için mutfağa geçtim.

One comment

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s