Yazar: Ömer Gülen
Bize hep yalan söylediler ve inandıkça daha fazlasını söylediler.
Malcolm x
Çinli bir virolog ile mesai arkadaşı, laboratuvardaki mesailerini bitirmek üzereydiler ki biri ötekine yersiz bir şaka yapmak istedi. Bu şaka literatüre, Çin şakası olarak geçecekti. Mesaisi boyunca, hayvan pazarından bir timsah ayağı alıp kendine ziyafet çekmeyi aklından geçiren adam, bu hayal içinde dalgın işini sürdürürken, arkadaşının münasebetsiz şakası sebebiyle ürkerek elindeki deney tüpünü düşürür. Öfkelenen adam anlık bir refleksle başındaki maskeyi çıkararak iki üç küfür savurmaya hazırlanmıştı ki maskesini çıkararak nasıl bir hata yaptığını fark etti. Bunu fark eder etmez de maskeyi hızlıca başına geçirdi. Arkadaşına dönerek “ben senin iğrenç şakanı unutacağım sen de maskeyi başımdan çıkardığımı unutacaksın” dedi. Diğeri biraz mahcup, biraz da tedirgin “tamam” dedi çaresiz bir şekilde. Onları dünyadan ayıran korunaklı kapının yanındaki paspası alarak, yerde biriken sıvıyı temizledi. Cam kırıklarını ise tezgahın altına süpürdü. Bu yaptığının başına ne türden belalar açacağını düşünmeden.
Dünyanın birçok zengininin yüklü paralar bağışladığı bu laboratuvar oldukça güvenlikli bir binaydı. Bu ve bunun gibi laboratuvarların dünyadaki varlığını anlamak güç olsa da bir halta yaradıklarıyla ilgili büyük büyük adamların söylediklerine itimat edebiliriz. Biyoloji, viroloji, tıp mühendisliği okumuş birçok bilim emekçisi bu yerde oldukça yüklü maaşlarla çalışıyordu. Binanın diğer çalışanı olan temizlikçi ve güvenlikçiler, binanın içinde ne araştırıldığını bilmeden günlük mesailerine gidip geliyorlardı. Anlayacağınız birçok insanın istihdam edildiği bu yer, en temelde gereksiz meslek sahibi insanlar için bir iş kapısı olma özelliğine sahipti. Virüs bilimci olan kahramanımız, gerçekte ne iş yaptığını kimsenin bilmediği mümtaz bir çalışanıydı bu enstitünün. İnsanlığı her türlü hastalıktan kurtaracak bir keşifte bulunacağına bütün arkadaşları yürekten inanıyordu. Eğitim hayatını bilseydiniz, siz de ne kadar özel biriyle karşı karşıya olduğunuzu hemen anlardınız. Çin’deki başarılı üniversite eğitimi sonrasında, doktorasını Amerika’nın en saygıdeğer üniversitesinde yapmıştı. Bu başarılı eğitimi onu, Amerika’nın özel enstitülerinde çalışıp tecrübe kazanacağı imkanlarla ödüllendirmişti. Ve işte o adam şimdi, mesai boyunca giymek zorunda olduğu maskeyi, tulumu, eldivenleri, oksijen tüpünü ayrı ayrı odalarda çıkarıp temizledikten sonra, günü tamamlamış olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Hiçbir şey, bu viroloğumuzun gün boyu aklından geçirdiği ziyafetin önüne geçemez artık. Binadan çıkar çıkmaz ilk işi, hayvan pazarına gitmek oldu. Her yerde timsah ayağı aradı ama talihsiz bir gününde olmalı ki hiçbir yerde bulamadı. İkinci en favori yemeği için yarasa kanadı ve domuz pastırması aldı. Yemeği tek başına yemesi, onu geçen sene terk eden sevgilisi yüzündendi. Yemekten sonra Cote d’Or markalı şarabından bir bardak doldurarak masadan kalktı. Oturduğu daire, elli beş katlı gökdelenin otuz üçüncü katıydı. Elinde şarap bardağıyla, şehir manzarasını rahatlıkla izleyebildiği koltuğuna oturdu. Şehrin çok uzağında havai fişekler patlıyordu. Bardağı kaldırıp “şerefe sevgili dünya” dedi. Bir sonraki Cuma, kahramanımız aynı koltuk üzerinde ölecekti.
O olmayınca bu öykü devam etmeyeceğine göre, hikayeyi nihayete erdiriyorum. Bu haliyle bu hikayeyi biliyorsunuz zaten. New York Times ve Hollywood bu öyküde kendilerine ait birçok bilginin, izin alınmadan kullanıldığını iddia ederek dava açabilir hakkımda. İtiraf etmeliyim ki bu hikaye baştan sona onlara ait. Hem zaten, Çinli birinin, sakarlık yaparak ya da yarasa çorbası içerek dünyaya virüs yayacağı türden saçma bir kurguya, yazarlık yeteneğim açısından tenezzül bile etmem. Kim inanır ki böylesi aptal bir yalana! Bu haliyle çoğu insan inanmamıştı ama aynı yalanı başka başka yalanlarla desteklediklerinde, bütün dünya hidroksiklorokin ve bir dünya ilacı aynı anda yutarak anlayacağınız hapı yutarak, salgının ilk senesi için gerekli ölümler istatistiğindeki mümtaz yerlerini almış oldular. Hollywood bütün bir kehanet bilgisiyle senaryosunun hazırlandığı Contagion/Salgın isimli 2011 yapımı filmde, böyle bir salgında neye inanmamızla ilgili gerçeği bütün bir iyi niyetiyle ilan etmişti. (Belgesel tadındaki filmde sinema zevki açısından bulabileceğiniz tek şey, Marion Cotillard olacaktır.) Eğitimli insanlar, bin yıllarca o pis haliyle hayvan satışı yapılan yerleri bırakıp, laboratuvar çalışanlarını suçlamayacaktı zaten. Dolayısıyla kimsenin bir yalana ihtiyacı yoktu aslında. Ortada anlı şanlı bir virüs vardı. Dünde vardı, bugünde var ve yarın da olacak. İnsanlar her şeyde olduğu gibi bu meselede de kökene dair sorular sormayı akıllarına getirmeyecek. Virüsün doğal bir virüs olup olmadığının henüz bilinmediği zamanlarda (hala bilinmiyor, acaba bilinmiyor mu?), zihnimiz yarasaların nelere kadir olduğunu, seçkin bilim adamları tarafından öğrenecekti, “geçenlerde İngiltere’de, Fransa’da ve Amerika’da yayımlanmış makaleler” aracılığıyla. Virüsün oldukça hümanist değerlere sahip olduğunu Avrupa ve Amerika’da sebep olduğu ölümlerden öğrenmiş olduk. Tabi sadece yaşlı ve kimsesiz nüfus arasında. Varyantlar ise etkisini üçüncü dünya ülkelerinde gösterdi. “Afrika dahil.” Bilim kurulları bu ara insanların neyle karşı karşıya oldukları korkusunu canlı tutmakla meşguldü. Medya başka türden bir görevi, sahiplerine itaat eden köpek ciddiyetiyle, her gün ama her gün, ajans saatinde tüm ulusa korku telkin ederek yerine getirecekti. Ölenler, ölenler ve ölecek olanlar. Bunların kaçının virüsten değil de, tedavilerden öldüğünü bilmek, yaşayanlar için ne kadar önemsiz işlerden şimdi.
Tüm bu zahmet ne içindi. Tabi ki şapkadan aşı çıkartmak içindi. Bu ab-ı hayat, cennetten düşen katre, Aristoteles’i Hızır yapan ölümsüzlük suyu, merhametli Kapitalizmin, tüm dünyaya ikram ettiği kevser suyudur. İsa’nın günlerinden bize ulaşan bir şifalı su ki duasını Muhammed okumuş. Bir laboratuvar harikası. Bilimin ne büyük mucizelere kâdir olduğunun en güzel ispatı. Olimpos Tanrılarının içtiği ambrosia. İlkel Tanrı, unutulmuş olmanın intikamıyla dünyaya usanmadan virüsler yayarken, yüce Kapitalizm ve beslemesi bilim, bizi bu kötülükten kurtaracak Prometheusçu yardımseverliğiyle imdadımıza yetişir. Pandora’nın kutusundaki son umudun aşı olduğunu böylece anlamış oluruz. Evlere kapatıldığımız günlerden bizi kurtarmaya ahdetmiş bu okunmuş su, yıllarca sürecek test sürecini bilim dışı sayarak, özgürlüğümüz için alelacele hayatımıza sokuldu. Gelecek güzel günler için biz, hayvanların yerine neden gönüllü denekler olmayalım şimdi. Bu iksirin, bizi bu dünyadan, bu dünyayı bizden kurtaracağı yalanını hangi sefil bilim düşmanı dillendirmiş ise onu şehrin tam ortasında yakıp o günü Biontech bayramı olarak kutlamalıyız. Bu nimet herkes içindir. Ne nimetin kendisinden ne de onu bize uzatan elden şüphe edemeyiz. İşte böyle buyurdu efendilerimiz. Aşı olmadan, bu yeni tarihin içine giremeyiz.
Parodi İçin Son Bir Tahrir
On yedinci yüzyıl bilim adamları, dünyayı yeniden imar edecek gizemi çözdükleri iddiasını, kralların karşısında bile kibirle ifade etmekten çekinmemişti. İngiliz ampiristlerinin herhangi bir felsefi metnini karıştırdığımızda ilk karşılaşacağımız şey, çok büyük meseleleri oldukça alaycı bir tonda çözdükleri üslup olacaktır. Neden bu kadar kibirlilerdi? Çünkü, geleneksel filozofun tanımlamaktan çekindiği bir dünyanın yasalarını çözdükleri iddiasıyla düşünce üretiyorlardı. On sekizinci yüzyıl, Kralların, eski dünyadan miras olarak taşıdıkları seçkinliklerinin, yeni dünyada ne kadar sıradan ve gülünesi bir özellik olduğunu kabul etmesiyle başlar. O artık kral olarak değil, sermayedar olarak saygınlığını koruyacaktır. Pek itibarlı bilim adamları, simya ile elde edilemeyecek zenginliğin, kimya ile elde edilebileceğini biliyorlardı. On dokuzuncu yüzyılda bilim adamı, kendisini kibirli yapan ayrıcalığını kaybetse de kapitalistler onlar için ayrıcalıklı bir statü alanı yaratmıştı. O artık kendi sınıfının bir üyesiydi ve tüm havasını alanındaki saygın dergilerde bilimsel yayın yapıp üniversite camiasının beğenisini kazanarak sürdürecekti.
Bilim adamlarının zihninin ne kadar pis çalışabileceğini çok zamandır tecrübe etmiş olan para sahipleri, dünyayı sömürerek elde ettikleri hammaddeyi bu laboratuvar kaçkınlarının önüne yığarak kendilerine yeni bir dünya yaratmalarını istediler. Biz, teknoloji ile bu şekilde tanıştık. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar her şey istedikleri gibi gidiyordu fakat bir problem daha vardı: Eski imparatorluk devletleri. Bu devletleri, Amerika ve Afrika yerlilerini sömürdükleri şekilde rahatça kontrol edemezlerdi. Burada da siyaset bilimciler rol aldı. Büyük Avrupa siyaseti, tam bir ibnelik tarihi olarak, yirminci yüzyıl dünyasını savaşlar dünyasına çevirdi. Geleneksel köklere sahip imparatorlukları tek tek yok edip, küçük uluslar haline getirdiler. Önce I. Dünya Savaşı. Bir neden bulmalıydılar ve bu neden Avusturya tahtının veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna’da öldürülmesiyle bulunmuş oldu. Bu savaşta 17 Milyon insan öldü. II. Dünya savaşına neden Hitler olacaktı (Ama Sir Keynes’e göre Almanların birinci dünya savaşında aşağılanmasıydı asıl neden) sonuç ise 85 milyon insanın ölümü. Biz bu pis siyasetin benzerlerini Afganistan, Bosna, Irak, Libya ve Suriye’de yaşadık ve Filistin’de yaşamaya devam ediyoruz.
Bu tarihi süreçlerden öğrendiğimiz en açık şey, büyük dönüşümler için tarihi makul bir nedene zorlamaktır. Gerekirse ikiz kulelerini yıkarsın ve dünyaya yeni bir nizam getirirsin. Açık toplum derneklerindeki liberal insanımsılardan modern bir ordu kurup onlara Hayekçi, Miltoncu özgürlük şarkıları söyletirsin. Libya ve Suriye’de yaptıkları gibi. Ya da virüsten dolayı sokak ortasında çırpınarak ölen insanların görüntüleriyle bir kaos ortamı yaratıp bunu stabilize edersin. Bütün bunlar tarihin içinde canlıyken, virüs konusunda nasıl bir parodinin içinde olduğumuzu anlamak daha ilginç bir hal alıyor. Kapitalizmin, tüketim havarilerini bir sene boyunca kârından fedakarlık yaparak evlerine kapatması yeni bir geleceğe insanlığı hazırlamak içindi. Bilim ordusunu korkuyu canlı tutmak için kullandı. Korkmaya gerek yok diyen doktorları susturdular. Çünkü korku canlı tutulmalıydı. Korkunun virüsün yayıldığı ilk seneki hedefi, bağışıklığımızdı. İlk yaz sonrası korkulacak çok büyük bir sorun olmadığı anlaşılınca, ikinci kışı zihnimize telkin edilen tek bir kurtuluş yalanıyla doldurdular. Aşıyla. Korkuyu ne kadar yayabilirlerse, arzu ettikleri hedefe yani panoptikona dünyayı o rahatlıkta dönüştürebileceklerini biliyorlardı. Bunu başardılar da. Kapitalistlerin bedenimiz üzerinde istedikleri gibi tasarruf etme hakkını salt özgürlük problemi olarak duyumsamak gerekiyor. Buna ölme hakkı da dâhil. Panoptikonun dışında kalmayı önemseyen kişilerle Geyikli Gece’de buluşmak dileğiyle.
“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar.”
Görsel kaynağı: https://shulmanart.com/product/professional-fear