Yazar: Ömer Gülen
Tek bir penceresi olan mustatil, genişçe bir oda. Odanın orta yerinde ayakları tamir görmüş, dayanıksız antika bir sehpa. Sehpanın üzerinde, eprimiş elişi bir örtü. Pencerenin karşısındaki duvarda çocukluğundan beri aile üyesi sayılan, citizen marka bir saat vardı. Saatin sağ alt tarafında Arapça harflerle ‘hiç’ yazan bir hat çalışması ve solda Piri Reis’in dünya haritası. Odanın duvarları mat beyaz renginde. Oda duvarının pencereye yakın geniş yüzünde, Ayvazovski’nin İstanbul tablolarından biri. Tül perdeden süzülüp odaya dolan ikindi güneşi tablodaki İstanbul manzarasına canlılık katıyor. Pencerenin sağ köşesindeki büyükçe saksının içinde ismini bilmediği güzelce bir çiçek. Onun karşısında ahşaptan üç ayaklı uzunca bir abajur. Duvara paralel şekilde monte edilmiş masif ahşap raflarda, kitaplar alt alta. Roman, şiir ve tarih kitapları. Raflardaki kitaplara boş gözlerle bakıyor. Gözüne ‘intiharın tarihi’ isimli kitap ilişiyor. Bu kitabı zevkle okuduğunu hatırlıyor ama kitabı okurken aklında ne vardı burası muamma. Zihnini iyice bir yokladı bu an. Zor zamanlardı o zaman yaşadıkları. Kitapları da belli bir niyet üzerine okumuş olmalı. O günlerde insanların nasıl bir cesaretle hayatı terk etme kararı aldıklarını anlamak, tek isteği olmuştu. İntiharla ilgili birçok kitabı karıştırdı, okudu. Ölüm üzerine yazılmış kitaplar da cabası. Böylesi şeyleri merak ettiği günlerde hayatı kolaylaştırmak için kullandığımız araç gereçlerin ikinci bir anlamının da ölüm fikrine eşlik etmek olduğunu garip bir tecrübe ile yaşamıştı. Yeter ki o kararlılığı göstersin insan, her eşyanın ölümcül bir oyuna canı gönülden eşlik edeceğini oracıkta anlayabilirdi. ‘-Ne olabilirdi ki burada olmakla olmamak arasındaki ayrım’. Bak yine aynı huzursuz edici düşünceler. Bunları düşünürken şimdi sahip oldukları geldi aklına. Bu ev, eşyalar, araba… ‘-hiçbiri çok yakında bana ait olmayacak’ dedi naif bir Yunus bilgeliğiyle. Hayattaki her şeyin kişisel arzuların tatminiyle ilişkili olduğunu düşündü. Muhakkak daha önce birçok defa bunu düşünmüş hatta bu gerçeğin kendisini de çepeçevre sardığı zamanları hatırlayarak kendinden tiksindiği olmuştu. İnsanın kendini birilerinin beğenisine sunma arzusunun, ifşanın en kötü hali olduğunu fark ettiğinden beri ruhsal bir dinginlik yakalamış olduğunu düşünmüştü ama bu şeyin de yeni bir benlik gösterisine dönüştüğünü anlayınca her türlü kişisel gösteriden nefret etmeye başladı. O zaman bütün hırslarını bir kenara koymaya karar vermişti. Benliğin arzularını bedenden yok etmenin mümkün olmayacağını anladığında da elinde sadece hayatı tanımakla ilgili tecrübenin kişisel zevki kalmıştı. Savaş bitmiş yenilgi kabul edilmişti.
Güneş uzaklarda kaybolmaya başlamıştı. ‘-Bir gün daha hayatımızdan çıkıp gidiyor’, dedi yerinden doğrulup pencereye yaklaşırken. En iyi kelimeleri seçerek zihninde betimlemek istedi bu saatleri. ‘-Bu romantizm boğuyor artık ruhumu’ diyerek vazgeçti. ‘-Kutsal bilimimizin buyurduğu gibi dünya kendi ekseninde dönerken güneşte kayboluyor işte’ dedi ve kendiyle dalga geçer şekilde güldü. Fena halde canı sıkıldı birden. Tekrar kanepeye uzandı ve gözlerini sıkıca yumdu. Gözlerinin önündeki karanlığı izledi bir zaman. Uzay boşluğundaydı. Sağda solda birbirinden uzak gezegenleri görebiliyordu. Uzayın sınırsızlığı içinde kaybolduğunu hissettiği anda açtı gözlerini. Odayı izledi bi zaman. O anda saksının büyüklüğü dikkatini çekti. ‘-Acaba bu eski sehpa bu saksıyı taşır mı?’ diye saçma bir düşünce geçti aklından ve bunu anlamak için yerinden kalkıp saksının yanına gitti, yerden dikkatlice kaldırdı onu ve sehpanın üzerine koydu. Bana mısın demedi sehpa. Kenarından tutup biraz salladı sehpayı. Daha fazlasını da taşırım der gibi havalı bir hali vardı ihtiyar sehpanın. Bunu başka şekilde denemek istedi. Eski karanlık duygular tekrar harekete geçmişti içinde. Sehpayı kenara çekti, balkondan getirdiği sandalyeyi altına alıp eşya dolabından çıkarttığı çamaşır ipini, avize için tavana çakılmış çiviye doladı. Bu küçük çivinin mecalsiz haline güldü. Sandalyeden inip sehpayı tekrar orta yere dikkatlice koydu. Yaptığı işin anlamsızlığını bilmesi, ruhunda başlamış olan bu saçma oyun arzusunu yok edecek kadar etkilemedi halini. Dikkatlice çıktı sehpanın üzerine. Tavana lalettayin bağlanmış ipi boynuna doladı. Biraz öylece bekledi. Sehpa gerçekten bütün tekinsiz haline rağmen sağlam durmuştu. Bir rüyadan uyanır gibi ipin boynundaki huzursuz edici varlığını hissedince, bir ürperti yayıldı bedenine ve istemsiz bir hareketle ayak parmakları üzerine kalkarken bir çatırtı işitti. İçine müthiş bir korku girdi. Telaşla sağ elini boynuyla ipin arasına hızlıca sıkıştırmaya çalıştığı an kırılan sehpa ayaklarının altından kayıp gitti. Gerilen ip, boynunu ve ipin arasında kalan parmaklarını kesmişti. Bu acıyı hissetmedi bile. Aklında sadece çivinin, ağırlığına dayanıp dayanmayacağı düşüncesi vardı. Tavana asılı, çaresiz odanın orta yerinde beklerken ‘-Acaba bu kadar amaçsız mıydı bu intiharların tarihi’ diye bir düşünce geçti aklından. Bir an kapının eşiğinde kendi ölümünü izlediğini hayal etti. Tavanda asılı bedenin hazin görüntüsüne öylece bakarken çivinin yerinden fırlayıp çıkmasıyla yere kapaklanması bir oldu. Düştüğü yerde bir zaman, nefesini toparlamak için bekledi. Ayak bileğinde korkunç bir ağrı vardı. Bu ağrıyı da hiç umursamadı. Biraz kendine gelince zorlukla doğruldu. Boynundaki kesikler fena halde sızlamaya başlamıştı. Aniden aklına gelen şeyin korkusuyla duvardaki saate baktı. Bir zaman saatin ilerleyişini izledi. Dışarıda güneş çoktan kaybolmuştu. Karanlık, odadaki her şeyi kendi rengine bürüdü. Şimdi odanın orta yerinde bir adamın gölgesi vardı. Sırtı kanepeye yaslı, başı ayaklarının arasında eğik, sessiz sakin ağlıyordu.