Uzun zamandır bir film değerlendirmesi yazmak istiyordum. Bundan önce It Must Be Heaven’ı yazmaya çalıştım. Başladım, zorluydu, bıraktım. Manzaradan ve durumdan müteşekkil, tartışmasız bir gerçeği yansıtıyordu. Filistin’e yapılan zulmü… Bıraktım. Zira yorucuydu. Onu izlemek lazım, sadece. Bunu diyebilirim. İkincisi, Sound of Metal, bende hala etkisi sürüyor. Tekrar tekrar izlenebilecek bir eser. Ona dönmeyi arzuluyorum. Konuştukça açılabilecek bir film. Yine de üçüncüsünü, Nomadland’ı yazmayı kurdum.
Nomadland son dönem, görmeye başladığım bir türden besleniyor. Amerika bağımsız sinemasından geliyor. Belgeseli andırıyor. Konuşma pek az. Kişiyi diğerlerinden soyutlayan patırtısız bir anlatımı var. İki ya da üçüncü kişi filme dahil olunca kalıplar devreye girer. Ondandır ki, ana akım sinemada bir yapaylık sezilir. Caddeler boşaltılmış ve yeniden doldurulup nizama sokulmuştur. Konuşmalar da… Her sahne Truman Show’daki intizamda sürüklenir, akar. Buysa, derenin üstüne beton atmak nevinden iğretidir. Yapaylığın yavan tadı yüzleri ekşitir. Eksiği hız ve espiri ile örtmeye kalkarlar. Büyük yönetmenlerse tam tersini arar, hayatın kokusunu. Bir tür gibi duran bu tarz filmlerde anlar gerçek, diğer kişilerle konuşma kesitleriyle dolu. Diğerlerini tek kişi üzerinden tanıyoruz. Alt metinler kafa kurcalar, kafalarda soru işaretleri türer. Mesele, düşünmeye yol açmaktır. Ders vermek değil. Kamera kahramandan ayrılmaz, onu fazla konuşturmaz. Tek kişiye odaklandığından kahramanın ayırdına varabiliyor, ayrıntısına vakıf olabiliyoruz. Onu alabildiğine tanıyoruz. Kısa anlar diğerleriyle olan sahnelere hasredilmiş. Uzun çekimlerse kamerayla tekil, kahramanın üzerinde dolaştığı zamanlar. Aynı şekilde Fern’i her yanıyla görebiliyoruz. En kaba anında bile oradayız. Çünkü bizimle deneyimin biricikliği paylaşılıyor, hülyası değil. Filmi kısaca tanıtacak olursak, Fern evini ve işini kaybetmiştir, yeni bir deneyime atılmak ister. Zorundadır da… Amazon işinden sonra karavanıyla bir topluluğa katılır. Mutlak yalnız değildir. Çalışkandır. Misafir olmak, mihnet altına girmek istemez. Onu kendi sıkletinde çuvalı kaldırırken buluruz. Geçici işlere girip çıkar. Bir giysiye sarılması ise yolculuğun sırf para ve iş eksikliği olmadığına delalettir.
Fern boş, sessiz sakin yerleri seviyor. Kısa ve vurucu diyaloglar tükendiğinde, onunla gezintiye çıkıyor, göğe bakıyoruz. Bu sahneler tabloyu andıran renk cümbüşüyle zengin. Diş gıcıklatıcı, almaşık. Alabildiğine gün batımı ve gün açımıyla, yaslı görüntüler… Tabii ki bunlar yeni değil. Bunun en iyi örneklerine Terrence Mallick filimlerinde rastlarız. Orada kişiler konuşmaz bile. Sırf iç sesleriyle dünyalarına davet ediliriz. Fikirlerine böylece varırız. Orada samimiyet iç sesti. Burada mahremiyet. Fern’i kuytusuna çekilmiş, en savunmasız anında yakalayabiliyoruz. Mallick ise mahreme girmez. Girse de belli bir estetiği vardır. Kısaca elimizdeki; divan edebiyatı değil, halk edebiyatı duruluğudur. Birincisi asil ama zorlama, ikincisi yüreğini titreten bir tanıdık. Filmin gücü bu, yaban atının alnındaki o akıtma. Bu duygu, film akarken tüm billurluğuyla beliriyor.
Tekilliği kanatan, diğer insanlar… Fern’in yolculuğu, sanki asla rücudur. Medeniyetten kopup yeni bir ihtimale dönüş. Filmin bir yerinde kardeşi, göçebeleri kurucu önderlere benzetiyor. Gerçi onlar altına hücum etmişti. Bunlar sefalete… O yüzden bu bir dönüş değil, belki de bir kaçış. Kesinkes duyduğumuz, bir başınalığın hüznü. Etrafınız insanlarla çevrili olsa da fertsinizdir. Fern’in tutunduğu ütopya, geçmiş. Yaşama tutunduğu, o kıyı.
Kocasının kalıtına sarınırken bulmaya çalıştığı, geçmişi. Cennetten bir kıyı. O yüzden kutsal addediyor. Başkasının dokunmasına dayanamıyor. Özlemini ve acısını her dakika görüyoruz. Yüzünde o, anlamak isteyen iyilik ve sancı. Kafasının köşesinde o buru. Acı gülüşü oradan süzülmüştür. İnsanları dikkatle dinlerken zihnine iki şey saplı: Kayıp ve mecburiyet. Devam etmek. Yasını tutmak. Fern kısaca hayatın sillesini yemiştir. Bir daha düzelmeyecek. Göçebelerin her biri ezilmiştir. Film bu iddiayı işliyor. İnsan kalıbı aslında iyidir. Gelgelelim filmin yüreği göçebeliği yücelten bu anlatımda atmıyor. Filmin gücü, birbirine sarılan, öğüt veren, oracıkta birbirine dayanan, yardım eden insanların sevgisinde yatmıyor. Çünkü her şey geçicidir. İçten, yaşlı başlı, vaktiyle intihara kalkışmış arkadaşından borç isteyince sırça köşk tuz buz oluyor. Çünkü kadın kilometrelerce ötede, “niye bu kadar diretiyorsun” diyor. Hâlbuki, “iyi ki seninle karşılaştım sana çok şey borçuluyum”a, “hayır ben senden çok şey öğrendim” cevabını vermişti. Öyle, her haliyle göçebeliğin kutsandığını, sonsuz bir arkadaşlık kurulduğunu sanmıştık. Fern zorunda kalıyor, kız kardeşine gidiyor. Filmin yüreği bu sahnede atıyor. Film aileniz bir ve biriciktir, diyor. Yerine ikame edebileceğiniz bir şey yok. Yolda hayat kurulmaz. Fern aksine aileye de, göçebe olmaya da yabancılaşmış. Karakter burada ayrışıyor. Çünkü o bizim bulduğumuz cevabı istemiyor. O göçebe bile değildir. Şartları ve iç tepisi tahminler ötesi, farklıdır. O unutmak istiyor ve sırasının gelmesini… Göç kaybının ilacıdır, o da anlık dozlarla. Kendisine sunulan fırsatları tepmesi burada yatıyor. Unutmak için yollara vurmalı…
Filmin oyuncusu iki Oscarlı Frances Mcdormand. Aktristin kabullenişi, kabullenemeyişi, parlayan ve dinen öfkesi, acı nöbetleri, arayışı gerçekle özdeş. Son bahar gibi… Öylece, rahat oynamış… Büyülüyor. Kafanızı ekrandan çeviremiyorsunuz. Onunla çıktığımız yolda insan manzarları tek kelimeyle cezbedici… David Strathairn’ı da güzel bir rolde izliyoruz. Ben bu tarz hikayelerin kültürleri daha iyi duyurduğunu düşünüyorum. Abartısız, insan, toplum. Nizama sokulmuş yürütülen kalabalık değil. Kendi halinde akan bir dere. Filmin sahiciliği burada.