Merhaba, ben göz. Bir de beni, benim gözümden görün istedim.
Çok evvelden vardım dünyada, ilk insandan –âdemden- beri. Ama insan, doğumuyla tanışır benle, ölünce unutur. Vefasızdır insanoğlu. Neyse, dağıtmayalım konuyu. Yaratılıştan bu yana binlerce yıldır süre gelen bir mücadelenin başkahramanı olarak konuşmak istiyorum. Ne hakikatten bahsedeceğim size, ne de hakikatin ardındaki maneviyattan. Kalple de aramız bozuk bu aralar, ne gerçeği gösterebildim ona ne de hakikati. Uzun zamandır rüya bile göremiyorum zaten. Beyin ise çok meşgul, oldukça ihmal ediyor beni.
Her şeyin yolunda gittiği, kararınca tabiatın bizi beslediği yıllar, bir adamın gösterdiği yoldan iki adam çıka geldi. Biri hakikatin göklerde ve diğeri ise hakikatin bizzat burada olduğunu söyledi. Ufak bir tartışmaydı ve birazımız gülerek izledik, çoğumuz ise taraflı ve hak vererek… Fakat biz bu meselenin hiç kapanmayacağını kestiremedik. Korlanmış bir ateş gibi büyüdü durmaksızın, sofist kardeşlerimizin sofistike tavırlarına rağmen. Durmadı yerinde; Trakya, İskenderiye, Mezopotamya… Krallar ağırladı, halifeler kabul buyurdu. En heyecan verici olanı ise kendi kendime, yani karşıdaki gözlerin en derinliklerine bakarak yaptığımız tartışmalardı, saatler süren…
Çok kişiye yol gösterdim; din adamı, devlet adamı, önemli-önemsiz, gerekli-gereksiz bir sürü insan… Çok şeye şahit olmuşluğum da vardır; Sokrates’in ölümünde, vahyin inişinde hep ben vardım. Sayısız devlet kuruldu benim daha iyi görebilmem için. Sayısız savaşlar oldu bir kadına bakabilmem için. İtiraf etmeliyim ki, en dehşet verici olan ise, savaş alanında kızgın gözlerin binlerce gözü kanla kapamasıydı.
Ancak Bizans bazilikaları, Picasso’nun tabloları, Raffaello’nun freski, Selçuklu yapıtları, Tac Mahal ve daha sayamadığım bir sürü göz zevkim, Dünyayı yaşamaya değer kılar ve kötülükleri unutmama yardımcı olurlardı. Bu gördüğüm güzellikleri hemen beynime gönderir, hem onun hem de kalbimin gönlünü hoş ederdim. Ta ki mekanik diye bir söz duyana kadar.
Yok efendim, insan mekanik bir varlıkmış. Yok efendim, her şey matematiksel bilmem neymiş. Böyle saçmalık olabilir miydi? Nasıl geçti bu saçmalık göz bebeğinizden? Retinanız kabul edebiliyor muydu bunu?
Elbette insanoğlu bazı şeyleri biricik gözüne sormayı ihmal edecekti. Çünkü kibirli yaratıklar asla başkalarının fikirlerini almayı kabul etmezlerdi.
Ve artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Kara tren, araba, hızlı tren, uçak derken beni bir küpün içine sıkıştırdılar. Gideceğim kısacık mesafelerde dahi bunun içine tıkılmaya mahkûm kalıyorum. Ve artık her şey o kadar hızlı ilerlemeye başladı ki artık görmekte zorluk çekiyorum. Bir yere giderken ne yolu görebiliyorum doğru dürüst, ne de civarıma bir bakış atabiliyorum; Ne kaçışan gelengileri, ne açan çiçekleri, ne de uçan kuşları görebildim.
İnsanoğlu bir de bunlar yetmiyormuş ve daha güzel görüntüleri sanki ben gösteremiyormuşum gibi adına kamera dedikleri bir şey icat etti. Ne kadar onur kırıcıydı bir bilseniz. Ve o kadar kötü görüntüye bu kadar rağbet, beni daha da derinden etkilemişti.
Bir soluk duraksadım. Baktım etrafıma. Kimse resim yapmıyor. Heykeller yok, Yunanlılar tanrılarına mı küsmüş? Betonlar ve apartmanlar karanlığa bürümüş her yeri. Kendi göz kapağım bile kesmemişti ışığımı böylesine. Hiçbir şey artık hitap etmiyor bana. Estetikten yoksun çirkinlik abideleri, şehrin mezar taşı gibi dikilmiş, kibirle bakıyor etrafa. Bana her şeyi unutturan, bakmaktan zevk aldığım, adeta elle dokunmuş yapıtlar sıkışmış kalmış aralarında. Sineye gömülmüş bir çığlık gibi inletiyor etrafı, olabildiğince susarak.
Ve sen, neredesin masmavi gökyüzünün altında yemyeşil örtülere bürünmüş toprak? Nerede varoluşsal güzellik formu? Hani o, ontik özü yakalamaya meyyal insan?
Özledim…
Ve en çok da neyi özledim biliyor musunuz? Bakmayı, durup sakince bakmayı. Göz göze gelebilmeyi. Evet, en çok da kendimi özledim.
One comment