Anlatıda bahsedeceğimiz şeyler gerçek, murad ettiklerimiz ise hayal ürünüdür. İsterdik ki tersi olsun, olmadıysa da sağlık olsun.
Modern ontolojide psişik bir varlık olarak tanımlanan insanoğlunun, tam manasıyla keşfine ne yazık ki en uzak olduğumuz dönemdeyiz. Bu uzaklık, onca edinim, tecrübe, tarih bilgisi, gelişmiş teknoloji ve bilimden sonra şaşırtıcı gelebilir. Fakat henüz hakikatin aslına varma teşebbüsünü dahi, ucuz bir mücadele girişimi olarak addeden bir ırka, kendini keşfetmenin bir iman meselesi ve tekamül sürecinin önemli bir kilometre taşı olduğunu, aksi halde homo sapienslere bile rahmet okutacak hale düşeceğimizi nasıl anlatmalıyız bilmiyorum.
Modernitenin, insanoğlunun ‘kendini keşfine engel olduğu’ gibi basit bir bahaneye sığınanların, daha uzuvlarının kapasitesinden dahi bihaber olduklarını gördüm. Kavgalı olduğu bir kalp, meşgul bir beyin, kararsız bir çift göz.. Hal böyle olunca da bu uzuvlar görevlerini şaşırabiliyor; ”Merhaba, ben göz..” Göz konuşmaz bayım. Gözün harcı görmektir. Selamınız için dimağınız ve kalbiniz iş birliği yapmalıydı. Şimdi ben size nasıl anlatayım gözün işlevinin, mevcudiyetinin kıdeminden daha mühim olduğunu… İlla kıdemden bahsedeceksek de Yusuf’un gömleğinin terinden merhem bularak, Yakub’un gözlerine uzanan bir medeniyete ev sahipliği yaptığını daha nasıl anlatayım. Hem bunu duysa, erkek terinin bilimsel gücüne, Kuran ayetiyle destek bularak ilk katarakt ameliyatını gerçekleştiren Ezher profesörü Ammar b. Ali’nin kalbi kırılmaz mıydı?
Elbette ki niyet göz’e dağdağalı bir itibar biçmek değil, ama insanın mekanik yanıyla temaşa ederken, öte yandan gözün en mühim aleti olan retinaya biçtiğiniz otoriteye bir safra da atmayalım mı?
Gördüğünden tat alamamak insana kaş çattırır bilirim. Ama hakikat bahsi niçin gülünç geliyor anlayabilmiş değilim. Hakikat bahsi, yani mevzuyu en somuttan en soyuta tüm yönleriyle ele alıp müzakere etmenin serendip tavrına karşı, bir Cemal Safi öykünmesiyle mevzuyu tek heceye indirgemenin imkanını zorlamak ve bunu alışkanlığa çevirmek. Mesela siz istiyorsunuz ki Picasso her gün resim yapsın, Tac Mahal her kendi doğumunda ölen kadının anısına yeniden kent kent arz-ı endam eylesin, duvarlarımızda freskler cirit atsın, her mahalle camisinde Mimar Sinan dokunuşları ibadetimize şahitlik etsin, kuş gelsin taşa değsin, armut pişsin ağzımıza düşsün. Bunlar özlem duymakla değil, keşif ve hareketle yerine gelecek şeylerdir. Bu dünyada iz bırakmış hiçbir eser yoktur ki varlığını ilk olarak sanatçıdaki keşif hasletine borçlu olmasın. Ve bu haslet ki o, ittisalin pratik hayattaki iz düşümüdür, ona burun kıvırmadan önce bir kez daha düşünün.
Bugün varlığıyla onurunuzu kıran kamerayı göze rekabet ettirirken siz, onun Allah için, yaratanı değil ama yaratılanı, yani gözü, taklit etme girişiminin bir ürünü olduğunu hatırlayın ve onore olun. Değil mi ki Allah’ın halifesinin görevi takati nispetince Allah’a benzemeye çalışmasıdır, öyleyse bırakın kendinizi deve sırtında hayal etmeyi de, bir uçak sayesinde 20.000 fit yüksekte iken aya daha fazla yakınlaşmış olmanın, dolayısıyla melekuta olan komşuluk ihtimalinizin lezzetine varın. Ve bunu yaparken kuş ile uçağın, kamera ile gözün arasındaki ilişkiyi sakın ola ki rekabet zannetmeyin. Çünkü bunu böyle zannetmek, kendi kabiliyetine ihanet etmeyi marifet zannedenlerin yenilgisidir ancak. Oysa onların arasındaki ilişki bir taklit-asıl ilişkisidir ve taklid, ontolojik olarak da rekabetten önce gelir.
Budur ontik özü yakalamaya giden yol. Ve benim özüm bir birey olarak çağın içine, Allah’ın halifesi olarak ise dışına meyyaldir. Ve ben bugün burada ne gökyüzünün yokluğunda mavinin, ne de toprağın yokluğunda yeşilin inkârına gitmiyorum. Aksine her fırsatta çekip çıkartıyorum onu gökdelenlerin sayhâsından. Çünkü o bana hatırlatıyor taklidin aslını nasıl yücelttiğini. Evet, taklitler aslını yüceltir; uçağın kuşu, kameranın gözü, sizin Cemal Safi`yi ve benim Allah’ı yücelttiğim gibi.
Not: Reddiyeye konu yazı için bkz: Göz, Ahmet Olca