Vahiy kavramı, Kur’an bağlamında, çok geniş anlam içeriklerine tekabül etmektedir. Özel ve özet olarak bu anlam ve alanları şöyle temellendirebiliriz: Vahiy çeşitleri;
- Bir dinin/şeriatın manalarının, malum lafızlar çerçevesinde, seçilmiş kimselere, aracılar (melekler v.b) vasıtasıyla Allah’ın bildirmesidir. Bu manaların lafızlarla, tertibi; sabit ve değişmez olup ve onların formlanması/dizayn edilmesi (suret kazanması) ise Peygamber/peygamberler tarafından değil, doğrudan Cebrail tarafından yapılmıştır. Lafızların taşıdıkları ilahî anlamlar ise hem Peygamber ve hem de diğer insanlar tarafından sürekli anlam üretecek/yorumlanacak yetenektedir. Anlamların bu lafızların iz düşümünden sonsuzca üretilmesi; ilahî ilmin sonsuz mana tecellilerinin, sabitlenen formlar içerisinde, değişik zaman ve mekânlarda belirmesidir. Bu anlamıyla vahiy, en geniş ve en bağlayıcı anlamını izhar etmektedir.[1] Bu çeşitten vahiy üzerinde konuşmak, paylaşımda bulunmak ve akıl-mantık kuralları tarafından sağlamasını yapmak gereklidir. Eğer üzerinde ortak kanaat ve aklî çıkarımlarda bulunamıyorsak, bu türden vahiyler, peygamberlere değil diğer varlıklara gelen vahiyler kapsamında değerlendirilir.
Peygamberlere gelen vahiylerin hepsi, aynı ontolojik statüde değildir. “O resüller ki, onların bazılarını bazılarından üstün/faziletli kıldık…”[2] Bunun yanında aynı peygambere verilen vahiylerin içerik statülerinin hepsi de aynı değildir. Bu hususu şu şekilde açıklamak mümkündür: İnsan ve kelebek; her ikisi de Allah’ın yaratıkları olmaları itibariyle eşsiz yaratım, suret ve içeriğe sahiptirler. Yaratılmaları (Allah’ın fiili olmaları yönüyle) cihetiyle her ikisi de ilahîdir. Ancak varlık tezahürleri olarak ikisinin de aynı statüde olduğunu söylemek mümkün değildir. Bununla beraber ontolojik statüleri aynı olmasa da varlıklarının tebdil ve tağyir (değiştirilmesi) edilmesi ilahî yaratımın bozulması demek olduğundan onları değiştirmek İslam inancında yasaklanmıştır. Ancak vahyi oluşturan harf ve kelime maddî durumları beşeri olup, onların Cebrail tarafından dizayn edilmesi yani formülasyonu ilahîdir. Bunun gibi, insan ve kelebeğin de bedenleri/maddeleri mümkün, ancak yaratma fiilinin mahiyeti/yaratımlılık ilahîdir.
- Bütün varlıklara, yerdeki ve göktekilere kendi varlık ve varoluş yeteneklerinin verilmesidir ki, bu yaratılış mahiyeti de vahiy olarak isimlendirilmiştir. Bu çeşit vahiy, kendi içinde bütün mahlukata teşmil olacak çeşitlilikte ve genişliktedir. Burada, canlı, cansız, insan, hayvan, göksel tabakalar, arzın katmanları hepsi kendi varlık statüsüne uygun şekilde vahye muhataptır.[3] Bu tarz vahiy; bireysel, yalnızca “sahibini bağlar” nitelikte olup sahibini bir iş yapmaya yöneltir. Çünkü bu çeşit vahiy, yalnızca ferdî tecrübeye konu olan vahiydir. Mana olarak varlıklara ya da insanların gönlüne bırakılan bu vahiy, bir din ya da şeriat olmayıp insanların zihinsel ve bedensel bazı ekzersizleri neticesinde ulaştıkları ilhamlar ve sezgilerdir/hadslerdir.
- Şeytanların kendi içlerinde ve kendilerine tabi olanlara vahyetmeleri/ilham ya da vesvese vermeleri şeklinde isimlendirilen vahiylerdir.[4]
Bu yazımızda bizi ilgilendiren ya da üzerinde duracağımız vahiy çeşidi, özellikle birinci ve ikinci çeşit vahiylerdir.
Vahiy, sür’at/hız manasına gelmektedir. Bu bağlamda baktığımızda, vahyi taşıyan (Cebrail) sür’at sahibidir. Filozofların terminolojisinde Cebrail, Faal Akıl ve Vahibu’s-Suver (sûretleri veren) olarak anlam kazanmıştır. Bu bağlamda akıl; korumak, bağlamak, ayırmak manalarına gelip zamanın varlığına işaretle mekânsal kat edişten azamî derecede azâde olan varlık demektir. Filozofların tesmiye ettikleri Faal Akıl (aktif akıl); Kur’an’da bu manayı çağrıştıracak şekilde Cebrail için “akıl sahibi” (zû mirre)[5] denilerek anlamlandırılmıştır. Bu anlamıyla Cebrail ve vahiy, kadîm vahiy geleneklerinin hem düşünsel ve hem de dinî olarak tevhidî/birlenmesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Vahiy fiiliyatında; vahyi veren aktif (faal), onu alan ise pasif konumdadır. İkinci olarak ise vahyin gerçekleşmesi için alan ile verenin aynı varlık boyutunda olmaları gerekmektedir.[6] Aksi halde aynı varlık boyutuna sahip olamamalarından dolayı iletişim içerisinde olmaları aklî olarak mümkün değildir. Meseleye bu bağlamda baktığımızda yine filozofların vahiy telakkilerine uygun bir anlamlandırma ve konumlandırmayla karşı karşıya gelmekteyiz. Bilindiği üzere; İslâm inancına göre, mümkün âleme ilişkin bütün ilahî bilgi, Ümmû’l-Kitab’a inzal olunur. Ümmû’l-Kitap ya da Mele-i Ala, kaynağı ilahî, kendisi mümkün olan bir varlık alanıdır. Filozoflara göre; Faal Akıl aynı zamanda Levh-i Mahfuz[7] olup ilahî bütün formülasyonların kaynağıdır. Bu akıl, aktif olup ontolojik konum olarak kendisinden aşağıda olan (pasif) bütün varlıklara form ve anlam vermektedir.
Bu çerçeveyi çizdikten sonra filozofların vahyin gelişi ve oluşumu hakkındaki metinlerine müracaat edebiliriz. Özellikle belirtmek gerekir ki, filozoflar vahyin nasıl meydana geldiğinin aklî açıklamasını yapmak için çok ilginç kanaatlere sahiptirler. Bunlardan en önemlisi Fârâbî’dir. Fârâbi; Kitabu Mebadi Arai Ehli’l Medineti’l Fazıla adlı eserinde vahyin Peygambere gelişini detaylandırarak anlatmaktadır.
Farabi’nin bu husustaki açıklamaları şöyledir: “(Peygamberdeki) Mütehayyile; Faal Aklın verdiği şeyleri (yu’tiha) gözle görünen mahsuslarla taklit (tuhâki) ve ifade ederse, o zaman mütehayyilenin tahayyül ettiği bu şeyler döner ve duyma kuvvetine resm olurlar. Mütehayyilenin bu resimleri, müşterek duygu kuvvetinde varlığa çıkınca (hasıl olunca), onlardan etkilenen görme kuvveti üzerine bu şeyler yansır (inakese). Görme kuvveti de bu resimleri, görüş ışığı ile aydınlık havaya aksettirir. Havaya yansıyan bu resimler, bu sefer tersinden, gözde bulunan görme kuvveti üzerine yeni baştan resm olurlar. Bu suretle Faal Aklın verdiği şeyler o insan tarafından görülmüş olur (meriyyen).”[8] Farabi’nin bu metni, vahyin oluşum ve insanda yani peygamberde bir varlık haline geliş durumunu aklî olarak anlatmaktadır. İlk önce şunun altını çizmek gerekir ki, Faal Akıl’dan peygamberin mütehayyile yetisine bir şey verilmektedir. Yani peygamber, Faal Akıl’dan bir şeyler alıyor. Bu alınan şeyler de peygamber tarafından görme ve duyma aracılığı ile işitilip görülebilir. Yani manayı ses veya kelime olarak duyan peygamber, o şeyleri yazı ile de görülebilecek konumda görebilmektedir.
Bilindiği üzere insanın ilahî vahiy ile olan iletişimi, ancak bir anlam olarak, sesle ve bir form olarak da gözle görülebilmektedir. Vahyin peygamberi aşan bir alandan yani Allah’tan Faal Akla mana olarak gelmesi ve bu anlamın da Faal Akıl’dan ses ve görüntü olarak peygambere bildirilmesi –Faal Akıl aynı zamanda sûret verendir- vahyin kaynağının özellikle de sûret kazanmasının peygamber değil, Cebrail tarafından yapıldığına işaret etmektedir. Farabi’nin ifadesi ile Faal Akıl aracılığı ile vahyin peygambere form olarak verilmesi Allah’ın failliğinin bir gereğidir. Çünkü Faal Aklın bütün fiil ve kazanımları doğrudan Allah tarafından Cebrail’e verilmiştir. İbn Sina da Farabi’nin tasvirine benzer anlatımında vahyin meydana gelişi ile ilgili şu ifadelere yer verir.
“Peygamber, gayba dair bilgiyi melek vasıtasıyla Allah’tan alır, mütehayyile gücü bu bilgileri çeşitli harf ve semboller halinde tasarlar. Zihin (nefis) levhasını boş bulunca, bu ifadeler ve semboller oraya nakşolunur; böylece peygamber bu sembol ve ifadeleri anlamlı sözler olarak işitir ve (meleği) bir insan sûretinde görür. İşte vahiy budur.”[9]
İbn Sina da, selefi Farabi’nin anlayışına uygun tarzda peygambere gelen vahyin nasıl meydana geldiğini yukarıdaki gibi açıklamaktadır. Ona göre de peygamber; Allah’ın kelamını işitir ve melekleri görür. Peygamberin vahyi işitmesi melekler vasıtasıyla olur. Vahiy, Allah’tan ve meleklerinden, peygamberin dili ile inmiş ilahî formlardır. Peygamber duyarak ve ona uyarak vahyi alır.[10] Görüldüğü üzere her iki filozofa göre de vahiy, söz ya da ses olarak peygambere Cebrail’den gelmektedir. Burada formun/sesin/sûretin peygamber tarafından oluşturulmadığını anlamaktayız.
Bu, İslam metafizik anlayışında bir dinin kaynağı olarak inanılan vahyin, aklî/felsefî olarak Farabi ve İbn Sina tarafından yapılan açıklamasıdır.
Bu vahiy çeşidinin yanında, Farabi ve İbn Sina ikinci tür vahiy içinde zikredilen, bir insanın kendi gayretiyle, Faal Akıl’la ittisale geçmesinin mümkün olduğunu da ifade etmişlerdir. Bu ittisali gerçekleştiren şahıs, üstün yeteneklere sahip olmanın yanında özel olarak da kendi gayretiyle bilişsel ve bedensel tezkiyelerden geçtikten sonra Faal Akıl’la irtibata geçebilmektedir. Bu irtibat dolayısıyla herhangi değişmez bir metni elde edememektedirler. Ancak ilahî alanı akledecek bir aklî yeteneğe (entelektüel yeteneğe) kavuşabilmektedirler.[11] Bu yetenek sahibi kimse; peygambere verilen vahyin bildirdiği ilahî metinlerin anlamlarını keşfetmek ve yorumlamak suretiyle bu manalarla bir mille oluşturup insanları yönetir.
[1] Bkz.Meryem,11; Şura,51; Enbiya,25; Yunus,15,109; Taha,114
[2] Bakara, 253
[3] Bkz.Nahl, 68;Kasas,7; Maide,111;Enfal,12; Fussilat,12
[4] Bkz.En’am;112
[5] Bkz.Necm,6
[6]T.Izutsu, Kur’an’da Tanrı ve İnsan, Çev: M.Kürşad Atalar, 2002,İstanbul, s.250-251
[7] Zuhruf43/4; Vakıa56/77-78; Buruç85/22
[8] Farabi; Kitabu Arai Medinetü’l-Fazıla; tkd. Albir Nasrî Nadir; Beyrut; 2002;s.114-115,
[9]İbn Sînâ, Tevhîd ve Nübüvvetin İspâtı Üzerine,Çev: Hüseyin Aydın ve Arkadaşları, Uludağ Üniversitesi İlşahiyat fakültaesi Dergisi,1988, Bursa, c.ııv, sayı:7 s. 317.
[10] Bkz.İbn Sina, İlahiyât- Şifa/Metafizik, Çev:Ekrem Demirli-Ömer Türker, İstanbul, 2011, s.361,362,368
[11] Filozofun Faal Akıl’la olan iletişimini Fazlur Rahman ve Yaşar Aydınlı tarafından; felsefî hakikati de içerisine alan “entelektüel vahiy” diye isimlendirmektedirler. Bkz. Yaşar Aydınlı, Farabi’de Tanrı-Alem İlşkisi, İstanbul,2008,s.138
*Bu yazı, Siyer Araştırmaları Dergisi’nin Haziran 2017 sayısında yayımlanmıştır.
Gürbüz hocamızın yazısı, vahyin mahiyeti hakkında oldukça sistemli bir çerçeve sunuyor. içeriği, tartışmaya açık olmakla beraber sistemli bir yapı arz etmesi dahi onu önemli kılıyor; çünkü vahiy, tıpkı ruh meselesinde olduğu gibi hakkında az şey bildiğimiz bir konu olarak dikkat çekiyor.
vahyin ortaya çıkış sürecinde Peygamberin pasif konumda oluşu, Peygamberin kendi kendine vaz ettiği bir şey olmaktan vahyi çıkarıyor. bu nokta önemli. ancak hocamızın tabiri ile “lafızların taşıdıkları anlamların hem peygamberler hem de diğer insanlar tarafından yorumlanacak yetenekte” oluşu peygamberin vahiy karşısındaki konumunu fazla beşerileştirmektedir. ben, Hz. Peygamberin Kuran’da yer alan vahyin dışında, ama yine Kuranı açıklama sadedinde vahiy aldığı kanaatindeyim. bu vahiy, Hz. Peygamber’in Kuran karşısındaki yorumlayıcı konumunu biz sıradan insanlardan ayırmaktadır. Hocamızın telakkisi, Hz. Peygamber’in her türlü teşrî faaliyetini ictihadi bir tercih haline getireceğinden Sünnet’in bağlayıcılığı konusunda sorun oluşturacağını düşünüyorum.
farklı peygamberlere gelen vahiy çeşitlerinin nitelik farklılığını açıklamak için hocamızın verdiği yaratma örneği (insan ve kelebek) oldukça başarılı.
yazıda ikinci tür vahiy çeşidi olarak ele alınan faal akılla ittisal meselesinin özet geçildiğini düşünüyorum. keşke hocamız burayı biraz daha açsaydı. ancak meselenin “öznel” oluşu belki de bu özet geçmeyi zorunlu kılmaktadır. hocamızın özellikle “sahibini bağlar” değerlendirmesinin kilit önemde olduğunu düşünüyorum. zira bu çeşit vahyin, yalnız sahibini değil başkalarını da bağlayacağı düşünülse mesele, peygamber olmayan insanların diğer insanlar üzerinde tasallut oluşturmasına kadar gidebilir.
son olarak vahyin, sürat anlamına gelişi; filozoflarca Cebrail’in faal akıl şeklinde adlandırılması ve aynı zamanda Kuran’da Cebrail için “akıl sahibi” tanımlamasının özel olarak kullanılması hocamız tarafından anlatılan mahiyetin aynı zamanda bir iç tutarlılığa sahip olduğunu da göstermektedir.