Fârâbî-Harfler


Farabi felsefe ve din ilişkisini anlatmak için insanlık, ilim tarihi hakkında tezini serdeder. Medeniyetin birleşerek teşekkül ettiğini vurgular. Şaşırtıcı şekilde savaş ve çatışmaya yer vermez. Anlaşılan insanların birlikteliğini kişisel tutku ve çıkarlardan üstün tutar; zira insanın aynı zamanda ihtiyaçları vardır ve o toplumsal bir varlıktır. Fârâbî’nin kâinat görüşünde ay altı âlemde en değersiz şey maddedir. Madde bundan sonra suret değiştirir ve her madde bir üsttekine yardımcı olur. Anasır-ı erbaadan sonra taş (maden), bitki; hayvanı insan (düşünen hayvan) takip eder. İnsanda diğer canlılarda olmayan akıl mevcuttur. O aklıyla diğer maddelerden temayüz etmiş, kendi üstünde ilerleyeceği bir varlık bulunmadığından dolayı da herhangi bir şeye kendini eksiltip yardım etmemiştir. Maddenin en üstünü, aklî kuvvelerini kemâle erdirmeye çalışır.

Harfler Kitabı’nda ikinci bölüm bundan sonraki hikâyeyi devralıyor. Evvela hangi kavram oluşumunun önce geldiğini anlatıyor. Husule gelme sırasıyla şöyledir: Harfler, lafızlar, hutbeler(destan), şiir, yazı, matematik, cedelî ve sofistik yollar, felsefe, mille, kelâm ve fıkıh. Silsile birbirini etkiler; bir yere kadar mekanik şekilde işler. Arada mekaniği bozan istisnalara rastlanır. Gele gele en büyük çatlak tabiata yüklenen anlamda ortaya çıkar. Cedel ve sofistik yollar ile fikirlerin hududu çizilir. Matematikle kesin bilgi aranır, o doğa ile kurulmaya çalışılan dildir. Din/vahiy ortaya çıktıktan sonra ise onu açıklayan/yorumlayan millenin dayandığı felsefe Fârâbî tarafından sorgulanır. O burhani felsefeden doğmalıdır. Aksi halde zanni ve çarpıtılmış felsefeden husule gelmiş demektir. Bu millenin misal ve hayallerini; fıkıh ve kelam hakikat olarak alırsa yanlış katmerlenmiş olur. Mille teorik şeyleri tahyil ve ikna ile anlatır. Kelam da bu yolda millenin misallerini hakikat gibi temellendirir. İkna hitabi yollarla gerçekleştirilir. Cedel kullanılır. Fakih ise pratik felsefeciye benzer. Bu ikisi tikel şeylerde doğru düşüncenin sağlanmasına çalışır. Fakîh örneğini bir din koyucudan alır, sınırlıdır. Müteakkıl ise bütün insanlar nezdinde meşhur örnekleri alır, daha üstündür. Felsefeci en seçkin sınıftır. Diğer sınıflar ise ona benzedikleri miktarda seçkinleşir. Cedel ve sofistik yolları ebeveyn olarak düşünürsek, felsefe bu hastalıklı anne-babanın sağlam genlerinden doğan yavrudur. Gürbüz çocuk sonra millenin hocası olacaktır. Mille için fıkıh ve kelam ise uşak mesabesindedir.

Ay altı âlemde bir şeyin oluşması bir mermer kütlesinden heykel yontulmasına benzer. Şekilsiz kütle biçim alır, karmaşık düğüm çözülür. Genelden özele, pratikten teorike geçilir. Fârâbî insanların yaratılışını bir barınak ve beldede kurgular. (Bu yoktan var etme midir? Açık değil.) b kişisi ve ç milleti filan bölgede yaratılmış olsun; b, bedeninin yaratılıştan gelen belirgin yetenekleri olacaktır. Nefsinde sınırlı miktarda bilgi, tasavvur ve tahayyül hazırdır. Organları sınırlı şeylere yeteneklidir. İnsanın fıtratı kendisine verileni kuvvetlendirmeye meyyaldir. Nefsi, organları yapmaya elverişli yaratıldığı şeylerde ileri gitmek ister; bu zamanla alışkanlık, ustalık/meleke halini alır. Ağız, boğaz, geniz, diş, dil kökü yapısıyla; havanın bastırılması ve serbest bırakılmasından sesler meydana gelir. Organların yapısının farklı olması milletlerin dillerinin farklılık nedenlerinin ilkidir. İlkin sessiz harfler kullanılır. b kişisi c’ye önce nida ile seslenir ç der. O da ona ç der. Bu ikisi sonra ç’yi bütün şahıs veya nesnede kullanır. Duyulurlara ve eşyaya sesler icat eder olurlar, aralarında birliktelik doğar. Aynı şey kendileri için de geçerlidir. Birinin ismi b diğerinin c olur. ç’nin karşılamadığı yerde (belki de onun kadar sert bir ünsüz) t kullanılır. Hançerenin sıkletince sesler genişletilir; kalın, sert, yumuşak, ince ünsüzler, ardından ünlüler gelir. Akabinde sesler birleştirilir lafızlar ortaya çıkarılır; tabii ki bu, önce iki ünsüz birleştirilerek yapılır. Tümel duyulur (at, it, ab, es, eş, taş, göl, gök, yıldız vs.) makullere verilir. Lafızlar duyulur dünyada önce ortak maddi yaşam alanıyla ilgilidir yer, gök vs. Organların ortak yetenekleri, faaliyetten çıkan meleke, tecrübe, aletlerin isimleri bunu takip eder. Eğer lafızları üreten mutedil; zekâ ve ilme yatkın bir topluluk ise, lafızların manaya daha yakın olmasını sağlarlar. (Fârâbî tabiat seslerinin taklit edilmesinden; yansımadan bu bölümde bahsetmiyor, belki de bütün milletlerin ortak harfleri bu taklitten doğmuştur; su damlası düşüşü dlob’tur, İngilizcede drop; hey, hi; horlama, snor; vızıltı, buzz vs.) Lafızları anlamların düzeni uyarınca düzenleme çalışmasına girişirler. Lafızlar tümel ve şahıslara delalet eder, anlamlar ise genellik ve özellik taşır. Anlamlar ortak oldukları bir hal ve araz sayesinde baş yahut son harfleri bir birine benzetilerek o arazı taşıdıkları gösterilir. Sıfat, isim yapan ekler, çoğul ekleri gibi… Akabinde eşsesli ve terkiplerle oluşturulan eşanlamlılar bulunur. Lafızların birleşimi ile aynı anlama gelecek şeyler üretilir. Bunu tedarik edebilmek için de lafızların irtibatını sağlayan şeyler tespit edilir. Cümle dizilimi ortaya çıkar. Birbiri yerine geçen anlamlar: mecaz kullanılır. Şiirsel ifadeler yavaş yavaş ihdas edilmeye başlanır. Dil öğrenilir hal alır.

Toplumda birleştirici unsur dildir. Yaşanmış önemli olaylar hutbelerle anlatılır. Hitabet sanatının gelişimiyle (önceden mecaz keşfedilmişti) misaller ve hayallerden yararlanılır. Bunlar lafızların yerine geçer. Şiir gelişir. Hutbe ve şiir ravileri meydana çıkar. Milletin başvuru kaynakları olurlar. Şamanlar ve ozanlar bu kümededir. Onlar meşhur lafızların eş anlamlısını üretirler. Böylece yabancı lafızlar doğar. Kategorik olarak isimlendirilmemişi ve fark ettikleri arazları isimlendirirler. Söyleyişleri kolaylaştırır, bozuk lafızları düzeltirler. Lafızları manaya delaletine göre ayıklarlar. Böylece dil yetkin ve fasih hale gelir. Hutbe ve şiirlerin ezberleri nesillerce katlanarak artar, an gelir ezberlenemez; kolaylaştıracak aletler aranmaya koyulur. Yazı keşfedilir. O, her şey gibi önce karmaşıktır, ardından tesviye başlar. Yazı lafızlara (nesnelerine) benzetilir. (Göktürk alfabesinde b’nin çadıra (ev/eb) benzemesi gibi) Sonra tedvin dönemine geçilir. Dilbilim gelişir. Birisi anlatılardan meşhur olanları (ezberlemek için) toplar, yazarak muhafaza eder. Bir dilin kurallarının sağlıklı bir şekilde ihdas ettirilmesi için ise, uzun zaman o dilin içinde yaşamış ve kendi harf ve lafızları dışında bilgisi olmayandan alınmalıdır; bedeviler buna örnektir. Bir başka dille tanışmış, konuşmuş kişinin hata yapma olasılığı daha fazladır. Bunlardan ilkin tekil lafız, garib ve meşhuruyla alınır; tümeller ve tümel kurallar oluşturulur. Dil öğretilebilir hale gelir.

İnsanlar bu sanatların husulünden sonra doğada ortaya çıkan olayları merak eder. Aynalar, renkler ve başka şeylerde çıkarsanılan şekiller, sayılar, görünümleri ele alan kişiler yetişir. Bu kişiler kendisine olayları açıklanması için gelen kişilere önceleri (hazır açıklama bilgisi olduğundan) hitabi tarzda açıklar. Akabinde matematik ve doğa incelenir; keşfedile gelir. Açıklamalar artar, görüşler parçalanır. Görüş sahibi kimseler kendi düşünce çerçevelerini kavileştirir, cedelî yöntemler gelişir. Cedeli ve sofistik yollar başta birleşiktir. Teorik yollar incelenirken sofistik yöntemler atılır ve cedeli olanlar benimsenir. Kesin yollar aranmaya başlanılır, matematik gündem olur ve cedeli yollarla aralarındaki farkların ayırdına varılır. İnsanlar toplumsal hakikat araştırmasına (hakikat/din) girişir ve bunun için kesin bilginin, yanında cedeli yolları kullanır. Cedeli yöntem Platon zamanına kadar serpilir, kemalini bulur. Nihayet bütün ilimlerin yolları Aristo zamanındaki gibi ayrılır; teorik ve tümel ilmi, felsefe olgunlaşır. O artık öğrenilip öğretilecek seviyede kalmıştır. Böylece genel ve özel öğretime tabi tutulur. Öğretilirken genelde hatabi, şiir ve cedelî; özelde burhanî yöntem benimsenir. Burhanlarla temellendirilen teorik ve taakkul gücüyle çıkarsanan pratik şeylerin halka anlatılması için yasalar koyma ihtiyacı doğar. Halka teorik şeyler tahayyül ve ikna yöntemleriyle anlatılır. Halkı ikna edecek, bilgilendirecek ve eğitecek yollar bulunduktan sonra bilgilendirme, eğitme ve mutluluğa ulaşacakları her şeyi onlara vermeyi sağlayan din(in yorumu mille) meydan almıştır.

Önceden bahsettiğimiz gibi mille eğer olgunlaşmış felsefeye tabi olursa doğru bir din anlayışı hasıl olur. Eğer felsefe kesin hale gelmemiş, cedeli veya sofistik yollarla doğrulanmışsa o zanni ve çarpıtılmış felsefedir. Mille ikincisine tabi olursa onda pek çok yanlış görüş bulunur. Çarpık düşünceler misallerle anlatıldığında mille bozuk hale gelir ve bu fark edilemez. d milletinde doğan mille ç’ye aktarıldığında bu millenin, felsefe misallerini kullanmasından dolayı bağlı kaldığı felsefe bilinmez. Misaller hakikat sanılır, felsefe sonradan geldiğinde, bununla millenin şakirtleri birbirine zıtmış gibi görünür. Birbirleriyle cedelleşirler. Mille eğer bozuk bir felsefeden neşet etmiş ve o topluma sahih bir felsefe gelmişse, o zaman bu ikisinin bir arada yaşaması düşünülemez. Cedel ve safsatanın kullanılması mille hakkında zihinleri bulandırır. Sultanlar tebalarını cedel ve safsatadan şiddetle men eder. Felsefe ise kabul edilme, bağra basılma, yahut yasaklanma konumundadır. Yasaklanır, zira halk onu anlayamaz; yahut bozuk milledeki çarpıklığın ortaya çıkması istenmez. Felsefeye karşı olan milletlerde kelam sanatı da haliyle felsefeye karşıdır.

2 comments

  • farabi’nin, insanlık tarihinde düşüncenin seyri üzerinden felsefenin nasıl ortaya çıktığına dair teorisi etkileyiciymiş. farabi’nin düşüncelerini bütünlük içerisinde özetlemiş olmalısın ki gözümde film şeridi gibi canlandı. harflerin nasıl meydana geldiği, önce basit lafızların bunu izlediği ve bilginin kaynağının hatib ve şairler olarak ortaya çıkması; yazı ve matematikle teorik hale gelen ve sınırları çizilen düşüncelerin cedel yöntemini kullanarakk birbiriyle savaşı ve nihayet felsefe-mille ilişkisi… açıkçası belgesel çıkar bu senaryodan 🙂

    felsefe ve mille ilişkisinin bu kısa yazıda açık edilmesi beklenemez kanaatimce. farabi’nin görüşleri dahi tartışmaya açık çünkü.

    cedel ve sofistik yolları ebeveyne benzetmen ve devamındaki ilişki, farabi’nin düşüncesini iyi özetliyor halimcim. üslubun, farabi’nin yaklaşımına anlam katmış 🙂

    yazının başında şaşırtıcı bulduğun savaş ve çatışmaya yer vermemesi ile ilgili bir soruyla bitireyim.

    farabi, savaş ve çatışmanın da bir çeşit birleşme olduğunu düşünüyor olabilir mi?

  • Hadi övgülerin için teşekkürler. Benim burada kast ettiğim, Farabi’nin evrimci bir görüş gibi olaya yaklaşmamasıdır. Doğal seleksiyon yahut çatışma üzerinden medeniyeti kurgulamıyor. Çatışmadan çok birleşme ve iletişimi ön plana çıkarıyor; ilmi arzulayan ve var oluşu merak eden insanları kurguluyor. Varlıkların adlandırması bu vecheden ilkin, hemcinsle temas sayesinde oluyor. Farabi tabii ki yöneticiye askerle, kendisine itaat etmeyene karşı, cebr kullanma hakkını verir. Burada ise cedele gelinceye kadar bir çatışma yok. Bunu önemsiyorum. İnsan ‘homo homini lupus’ şeklinde toplum öncesi hayatta tanımlanmıyor. Mesela tarih savaşlar ve toprak değiş-tokuşuyla sınırlı imiş gibi anlatılır; falanca hanedan şu kadar hüküm sürmüş… Çatışma üzerinden bir şeyleri anlatmak, doğanın/insan doğasının böyle olageldiği zehabına bizi sürüklüyor. Bu ise bence sakıncalı kötümserliğe ve bencilliğe insanları çekiyor. Onun cevheri bu imiş gibi duyumsuyoruz. Sakınca burada yatıyor.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s