Buharlaşmasından Korkulan Ciddiyet Üzerine Birkaç Not


Yazar: Ömer Gülen

Akıl kanımıza hükmeden kanunları düşünebilir, fakat ateşli bir yaratılış soğuk bir fermanın üzerinden atlar geçer. W. Shakespeare

İlmin, akademi koridorlarından, medya stüdyolarına taşınmasına zihnimiz çok zamandır hazırlanmıştı. Ama akademik ciddiyetin, kişisel fantazyasına bütün bir ilahiyat dünyasını dâhil etmeye çalışan insanlar tarafından kurban edilmesi, son zamanlarda karşılaştığımız olaylar haline geldi. Medya, kamu spotu için başvurduğu uzmanların içinde, medya maymunu olma arzusunun saklı durduğunu keşfettiğinde büyük eğlence başlamış oldu. Ben çok zayıf olan hafızamı sadece Türkiye’nin politik tarihini belli bir ciddiyetle takip ederek canlı tuttuğum için, düşünce dünyamızın aktüalitesini dünden bugüne aydınlar, entelektüeller ve akademisyenler özelinde takip etme şansına sahip oldum. Kişilerin biyografileri benim için her zaman önemli olmuştur. Bir düşünce adamının dün ne söylemediği ile bugün ne söylediği arasında ne türden bir diyalektik olduğunu anlamak bizi nasıl bir sürece hazırladıklarını görmek açısından önemlidir. Mu/üstafî zatın, bir zamanlar, seküler bir gencin, Müslümanları açıkça hor gören sorusuna “biz köylüyüz” diyerek cevap vermesi hafızamda özel bir yerde durur. Bu acınası açıklama, Müslüman olmakla, Muhafazakar olma sosyolojisinin hususiyetle birbirinin müteradifi şeklinde kullanılmasının canlı tutulduğu bir ortamda, ne dediğini bilmez bir yerde durmuyordu. Ama biz -bu müfterilik de neyin nesi diye sormak zorundayız. Bunun cevabını bize sonraki muhteris hal veriyor. Ne oldu bu adamlara diye hayret ettiğimizde bir tek cevapla karşı karşıya kalıyoruz. Sahip oldukları bilgiyle, bir eksiği gidermekten ziyade, seviyesizliği terbiyesizlikle sürdürme alışkanlığını eleştiri diye yutturmaya çalışan insanların ait olduğu yerde bir dil geliştirme arzusu. Ötede duran güce karşılık, imajın gücüne sahip olma. Değer aynı değer. Karşılıklı sergilenen bu kavgada paylaşılan düşüklük, benzer kaygılardan besleniyor.

Organik aydın olma tehlikesine, muhalif-miş gibi bir aydın tipi eşlik eder. Bu iki aydın tipine güçlüler her zaman ihtiyaç duyar. Kalburüstü görünen uzmanlık, omurgasızlıkla temayüz edince, her iki tarafın gürültüsü başlamış olur. Bu gürültüyü medya ayyuka çıkarır. Kimin kime, niçin muhalefet ettiği bu süreçte pek önemli değildir. Birileri içeriğini hiçbir sosyolojik bilgiyle tanımlayamadığımız muhafazakar aydın görünümüyle tebarüz ederken, öteki tarafta Spinoza ile genel geçer hiçbir yakınlık kuramayacağımız birinin çığırtkanlığını dinlemek zorunda kalırız. Bir tarafta ne savunduğunu bilmeyen  uzmanlar, diğer tarafta ilmin namusunu tahrikin hazzına feda eden bir tefessüh. Madem bu kavganın muhtevasını din belirliyor, emekli diyanet reisi kendine yaşananlardan bir nasip çıkarıp kavganın bir yerine dâhil olunca, felsefeci ve sinemacı imaj skalasına, küpeli ve özgürlükçü kaydını da ekleyen youteber hocamız, ne kadar parlak bir aydın olduğunu ilan etme konusunda kendisine sunulan bu pası gole çevirmek için hemen pozisyonunu alacaktı. Attıkları goller, Müslümanların aleyhinde olan tarafın hanesine yazılmıştı. Şimdilik teselli duyulacak şey, müsabakanın cereyan ettiği sahanın ciddiyetsizliğini bilmemiz. Ama birileri bu ucuz görüntülerden kendileri için bir moda ihdas ettiğinde, ciddiyetsizlik yerini kalıcı olarak seviyesizliğe terk edecektir.

I. Not

Tanrı insanı yarattığında, onunla kurduğu ilişki açısından, insanın aklının ve kalbinin sınırlarının uzağında değildi artık. Kudretinin, insanın varlığında belirli sınırları vardı ama bu sınır hiçbir şeydi. O’nun kudreti, mükemmelliği, insan için yasayla açıklanabilecek uzaklıkla açıklanamazdı. İnsan ‘doğası gereği varlığı merak etmeye başladığında’ aklî ya da kalbî keşiflerle yaratıcının kudretinin mükemmelliğine ulaşabileceği yolları tanımaya başladı. İnsan doğduğu anda, Tanrı bilgisinin anlamı, hayatın en garip gizemi olarak varoluşunda ritim kazanır. Bu canlılık, kelam âlimlerinin belirlediği türden zorunluluklara bağlı değildir. Her canlının üzerinde ‘Mâlik’ olan Tanrı, konuşmaya başladığında, gündelik hayatın hiçbir mantıksal nedenini umursayacak değildi. Benzer şekilde hiçbir dindarca aitliklere değer verecek de değildi. Yahudi olmakmış, Hıristiyan ya da Müslüman olmakmış. Ama tüm varlığını, Allah’a adamış insanların hatırasını canlı tutmaya özel bir ehemmiyet gösterdiğini vahiy tarihinden öğreniyoruz. Kuran, İncil, Tanakh, tekrar tekrar İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın, Eyüp’ün, Yunus’un tarihte durduğu yere atıflar yapar. Bu anlatılar dinler tarihi olmadan önce, kişilerin gündelik tarihidir. (İnsanın doğası yoktur, tarihi vardır. J. Ortega Gasset) Kuran’ın bize sunduğu tarih bilgisi, biyografilerle doğrudan ilişkilidir. Ve şunu biliyoruz ki biyografilerdeki gündelik hayat da yasalara tâbi değildir.

Hz. Muhammed’in hayatını okurken, kırk yaşından önceki biyografiyi görmezden gelirsek, onu ‘ismet’ sıfatıyla anıp tarih müzayedesinde otantik bir figüre dönüştürebiliriz. Hz. Muhammed, Kuran’la kişilik kazanmadı, bütün bir inceliğiyle Kuran’ın dünyasına hazırdı zaten. Kırkından önce de sonra da kendi biyografisini yaşadı. Hz. Aişe’nin “Onun ahlakı Kuran’dı” sözünde bir dilemma bulamayız. Peygamberleri, Allah’ın sevgilisi yapan gerçeğin, insan’ı kâmil olmanın anlamının onlarda bir karşılık bulmasıyla doğrudan ilişkili olduğunu vahyin tarihi, siyer ve hadisler bize öğretiyor. Kuran, insanın hidayetini ortaya çıkaracak anlam açıklığına sahiptir. Buna karşılık, Kuran’ı kendi aklımızla okuma ucuzluğu, kendine yasalarla kurulu usuller inşa etmeye başladığında, kaçınılmaz olarak Ehl-i Kitap dindarlık beden kazanmaya başlar. Bu bedenin güzelliğine ya da çirkinliğine dair, mezhepler, tarikatlar, mealciler, hadisçiler bir dünya güzelleme yapıp, Allah’a ve Muhammed’e dair kendi tahayyüllerini hakikatin kendisi olarak ilan ederler. Hepsinin iddialı usulleri vardır. Geleneksel ya da modern. Bu usullerin hepsi biyografinin karşısında oldukça kaba kaideler şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla peygamberin; tarihin ve dinin neresinde durduğu konusunda hüküm beyan etmeden önce, kişinin hayatında, estetik, etik, politik bir irade arıyor zihnimiz. Bu iradeyi sarahaten bir insanın hayatında görebiliriz gerçekten böyle bir hassasiyeti varsa eğer. Böyle bir insanın durduğu yerden tanıyabiliriz peygamberimizin tarihte durduğu yerin anlamını.

Vahiy bilgisi olmadan bile insan-ı kâmil olmanın merkezini keşfetmiş bir insan, vahiyle birlikte kendine yeni bir ahlak yasası ihdas etmedi. Peygamberimizde, vahye eşlik eden insani inceliği, nezaketi, öfkeyi, yani her türlü teorinin kendiliğinden anlam eksikliği yarattığı görüntüden arınmış bir insanı tanıyoruz. Bu insan, mazlumların, mustazafların yeryüzüne hâkim olacakları imkânın yöntemini, kurallarını öğretti bize. Her türlü mükemmellik kurgusuna başarı beklentisi eşlik eder. Biyografiler burada da kendini kurgudan kurtarır. Ne Musa, ne İsa ne de Muhammed, kendinden hemen sonra Ehl-i Kitap zihnimizin süslediği türden üst toplumlar bırakmadı. Fakat tam da peygamberlerde gördüğümüz duyarlılığa yönelik bir anlam, belirli insanların örnekliğinde yeryüzüne, kohenlerin, papazların, mollaların sevimsizliğinin üzerini aşarak, insanların kalplerine ulaştı. İnsanlar, doğrudan Peygamberin hatırasını mümin olmanın imkânı olarak gördüler ve bu anlamı hayatlarının merkezinde canlı tutmaya çalıştılar. İşte bu anlam, usulcülerin hedefindeydi. Kıyısından köşesinden zihinlerinde kurguladıkları din adına, halka istikamet belirlemeye çalıştılar. Gelenekten kendilerine, en saf haliyle öze dair bir anlamın tevarüs ettiği halk, din adına kendilerine karma karışık şeyleri öğretmeye çalışan okumuşları bu sebeple ‘saygı duyulası ama güvenilmez’ kişiler olarak gördü. Sünnet, kültürün ethosu olunca, modernleşmeyi imkân dâhiline sokmanın tek bir çaresi kalıyor. Vahyin peygamberle ilişkisini belirsiz sınırlara taşımak. Tam bu noktada, bu maruz kaldığımız son kavgada, klasik İslamcı refleksin dışında bir tutuma dikkat etmemiz gerekmektedir. 19. yüzyıl İslamcı hareketlerin iyi niyetleriyle doğrudan bağlantılı bir modernlik değil bunların ki. ‘Gösteri toplumu’ psikolojisine denk düşen bir söz cazgırlığı. İlim ruhu beslemeyince kaçınılmaz olan şeyin post-modernliği.

II. Not

Profesör Luther, Rönesans kültürü içinde ortaya çıkan dünyevi perspektifin, sanattan düşünceye doğru her şeyi kuşattığını gördüğü günlerde büyük bir bunalım içine girer. Kendisi yaşadığı bu bunalımdan, Pavlusçu vizyona benzer bir otantik kurgu ile bahseder. Kişisel bunalımının, ruhunu esir aldığı bir Rönesans gecesi İncil’deki bir sözle ‘dogmatik uykusundan’ uyanır: “Kişi yalnız İmanla aklanır.” Bu söz, Pavlus’un geleneksel Yahudi inanç sınırlarından Helenist dünyaya doğru yeni bir kozmopolit Hıristiyanlık düşüncesi yaratmak için uydurduğu teolojisinin dinamiklerinden beslenir. Pavlus’tan sonra Hıristiyanlık inanç sınırlarını, Roma’yı da içine alacak şekilde genişletince yeni bir iktidar biçimi inşa edilmiş oldu. Augustinusçu Kilise krallığı. Bir dinin içinden, İktidar olma arzusunu besleyen sapmaların ortaya çıkması, tarihin düze kavuşmasıdır. (Peygamberlerin tarihteki görünümleri tarihin akışında bir kırılmayı temsil eder). Ortaçağın, batılı tarihçilerin zihinlerini her zaman alt-üst etmeyi başarmış bin yıllık dönemi Kilise gücünün gölgesinde yaşanır. Bu sürecin iyice zayıflama emaresi gösterdiği bir dönemde Luther sahneye çıkmıştı ve üstadı Pavlus gibi zihninde hümanist kültürün ortaya çıkardığı kozmopolitizme vereceği karşılık vardı. Bunu İncil’in yeniden yorumlanmasında buldu.

O İncil’in nasıl okunması gerektiğiyle ilgili, ‘selefi’ açıklamalar yapa dursun, bir kanonik metnin nasıl okunması gerektiğiyle ilgili Erasmus önemli derslerini çoktan vermişti. Dilthey’den yıllarca önce ‘hermenüetik’ yapmanın imkanına dair ilmi kriterleri belirleyen Erasmus’un yazdıklarına Kilise Hukuk hocamızın pek bir ihtiyacı yoktu. Luther; Erasmus ya da Thomas More gibi, kilise ve iktidar eleştirisini, otantik kaynakların ya da insan ilişkilerinin sağaltımı şeklinde bir toplumsal değişimle yatay biçimlerde sürdürmek türünden bir sabra sahip değildi. Kendinde Pavlus’un bedeninin yeniden dirildiğini pekala biliyordu. Eline bir kere İncil’i almıştı. Kilisenin, Kralların, selflerin, dilencilerin; herkesin toplumsal tabakada ne türden haklara sahip olduğunu yeniden tayin eden teolojik yorumlarını ilan etmeye başladığında, ondan duyduklarıyla heyecanlanan her sınıf kendi gücüne uygun politik bir pozisyonda, Luther’in söylediklerine kulak verdi ya da hazretten nefret etti. Kilise ne diyor bu zavallı dediğinde, gücünün Germen soyluları üzerinde hala canlı olduğunu zannediyordu. Bunun böyle olmadığını anladıklarında bin yıl önceki mütevazi sınırlarına çekilmesi gerektiğini yavaş yavaş kabul edecekti. Krallar, Tanrı korkusunu, Luther’in teolojisiyle üzerlerinden atmıştı. Bu güç savaşında olan yine köylülere, yoksullara olmuştu. Tarih yine kendi bildik sükunetine kavuştuğunda Avrupa’da hiçbir şey eskisi gibi kalmadı. Batı, dünya-görüşünde büyük bir dönüşüme hazırlanıyordu. Bu dönüşüm tamamlandığında dünyada da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Son’a Dair

Geleneksel kültürlerde modernleşmeye imkân arayışı, zorunlu olarak mezkûr kültürün kanonlarıyla hesaplaşmayı gerektirir. Bizim için bu kanonlar, Kuran ve Sünnettir. Bir metni yorumlarken zihin, nasıl bir dünyaya kulak kesilmişse metinde o dünyayı arayacaktır. Her türlü yoruma dünya fikri eşlik eder. Kişi, kendini sorunsallaştırmazsa metni kendi varlığıyla mutlaklaştırır. Kuran’ı akılla anlayabileceğimizi iddia etmek tek bir şekilde mümkün olabilir: Kuran’ın bize öğretmek istediği hayatın anlamının her türlü kıvrımlarına dikkat kesilmemiz şartıyla. Bu bir anlamda metin okuma terbiyesidir ve her kitabın okunmasına farklı biçimlerde eşlik eder. Bu nedenle, Blake’in işaret ettiği anlamda “algı kapılarını temizlememiz” gerekmektedir. Modern dönemde, kişisel varoluşun izlerini sürecek bir dünyanın ayağımızın altından çekilmesi nedeniyle, biz eğer kendi zihinsel ön kabullerimizi Kuran’a taşırsak ondan yalınkat bir karşılık alacağımızı bilmeliyiz. Dolayısıyla modern bir zihin için Kuran, yorumlanmaya başlandığında oldukça modern bir metin haline gelecektir. Peygamberimizin hatırası, sözleri, suskunluğu, hüznü burada bizim için koruyucu ve yol gösterici olmaktadır. İnsan doğamız, ideal insanda örneklik, salt metinde kendi zihinsel kurgusunun peşine düşer. Her türlü kanonik metin, ideal kişinin örnekliği ile kendi mesajının hayatla irtibatını kurar. Peygamberimizin hayatında öyle olaylarla karşılaşıyoruz ki Peygamberin söylemekten çekindiği şeyleri Allah söylüyor. Burada ne gizem, ne de mitsel bir durum var. Yaratılmamızda biricik duran şey, Allah ile kurabildiğimiz bu yakınlıkta. Yoksa meleklerin de ifade ettiği gibi, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim dedi.”  Meleklerin yanılmış olmadığını hepimiz biliyoruz. Peki Allah’ın bildiği şeyin karşılığı ne?

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s