Hatip Çayı


Yazar: Ömer Gülen

Yolun bizim tarafından derenin aktığı yöne doğru yürüyüp vadinin sonuna geldiğimizde eski mekânlar karşılayacak bizi. Yüzeysellikten derinliğe doğru bir yolculuk yapmak için bu yol aradığımız her şeyi verecektir bize. Ama önce biraz sabırlı olmalıyız ve dere vadisini sağlı sollu çirkinleştirmiş şu binalardan kurtulmalıyız. Muhayyile bu konuda yardım edecektir bize. Eski mahalleye kuzeybatı tarafından bakan tepeyi, yaban armutları, elma ağaçları, çamları ile yemyeşil bir yer olarak hayal edebiliriz mesela. Bu tepeden bakınca Cebeci düzlüğü sırtlara doğru ne kadar da güzel görünüyor. Yolculuğumuz hayal kurmadan güzelleşmiyor madem hayatın içinden kendimize bir dekor yaratalım her şeyden önce. Mevsim kış olsun. Kar yağmış olsun tepe yamaçlarına. Eski mahallenin çatıları bembeyaz görünsün uzaktan. Horozun, köpeğin sesi karışsın birbirine. Çınarlar, meşeler, çamlar dere boyunca eşlik etsin Hatip çayına. Biz Tarık’la çıkmış olalım yola. Mevsimin ilk karının yağdığı sabahın aydınlığında. 

Hayallerimizde, eski zaman kışları, bayırları, köşeyi dönünce belirecek evler, bu patika yol, zamanımızı güzelleştiriyorsa bir istisna hali fark edilmeli burada. Çocukça değil ama çocuksu. Eskiye ait her şeyi seviyoruz. Bir şehri güzelleştirecek bütün bir imgesiyle Hatip çayını da. Bu çay, İdris dağının hediyesi bu vadiye. Billur bir su önce dağ başlarının soğukluğunu taşıyor Hasanoğlan’ın sınırlarına. Sonra Hatip çayı ismiyle ün salıyor Ankara’ya. İdris Dağının zirvesindeki kayalıklar, bölge halkının havsalasında bir mitosa dönüşmüşse burayı anmadan geçemeyiz. Beş sevimli küçük dev, yaramazlıklarıyla annelerini bezdirince, çocuklarının gürültüsünden bîtap düşmüş kadının ağzından bir söz çıkar. “Taş olun emi.” Oracıkta çocuklar taşa dönüşür. Çocukların en büyüğü olan İdris’in adı da dağa isim olur. Mitosun, doğanın sıradışı görünümünden insanın varoluşuna, insanın varoluşundan doğaya doğru bir tasavvurla ortaya çıktığına razı olursa zihnimiz, ne de saçmaymış diyesi mantıktan kurtulmuşuz demektir. Biz, insanların bu edebi yaratımının, hayatı tarihle belli bir biçime dönüştürme ihtiyacından kaynaklandığına rahatlıkla hükmedebiliriz. Dağın tepelerinden süzülüp gelen bu su, anne ve çocukların gözyaşlarıdır belki de. Hasanoğlan’ı, Lalahan’ı, Kayaş’ı, Mamak’ı dolanıp bu dar vadiye ulaşan. Su, nazlı nazlı akıp bölgeye bereketini yayarken mesire yeri olarak kullanacak insanlar burayı, kadınlar, çamaşır yıkayacak kıyılarında. Doğayla insan, bir kurguda değil, hayatın kendisinde buluşacak.

Şimdilik hayal kurmayı bir kenara bırakıp, kale surlarının dışında kalan doğu yönündeki mahallenin sınırlarına gelene kadar çamaşırcı, nayloncu, oyuncakçı dükkânlarını geçmemiz gerekecek. Bu yürüyüşü dere kenarında değil de asfaltın üzerinde yapmamızın bizden alıp götürdüğü bir bedel varsa onu bu şehrin tarihinde aramak lazım. Romalı ya da Türk olmak değil bu tarihte belirleyici olan. Şehir estetiğini, bir insanın duygusunda kültürel bir ethosa çeviren dikkat neyse o. İnsan kendini ve etrafını seçkin bir şey olarak görürse mekânla kurduğu ilişkiyi yozluktan kurtarmıştır artık. Yani ne kaybettiğimizi bilmek için üst kültür bilincine sahip olmamız gerekir. Günlerimizi, seçkinlikten yoksun bir ortam içinde geçirmeye mecbur kaldıysak bunun sebebi olarak modernleşmeyi suçlayamayız tek başına. Modernleşmeyi tarihin zorunlu bir evrimi olarak kabul eden Batılılar, düşüncedeki bu değişimin şehir algılarını yok etmesine izin vermediler. Aksine, şehirle estetik ilişkiyi, tarihleriyle doğrudan bağ kurabilecekleri bir canlılık içinde yaşatmayı bildiler. Bu durum kültürel terbiyeyle ilişkili bir şey ve tarih, din, edebiyat bilinciyle yüzyılları birbirine bağlar. Modernleşme iddiamızın nihai noktasında bizim durumumuz üzerinde yürüdüğümüz bu asfaltın şehirleşmenin zorunlu sonucu olduğunu kabul etmekle mukayyet. Ne tarih, ne din, ne edebiyat bir seviye meselesi haline geliyor bizim için. Neyse ki bugünkü ucube halden kendimizi koruduğumuz hayallerimiz hala canlı ve bu vadi hayallerimizi besleyecek derin bir imgeyi muhafaza ediyor asfalt yolun altında.

Trafik ışıklarını geçip derenin sola kıvrıldığı yolu sağ salim geride bıraktık mı kale surları bütün azametiyle karşımıza çıkacak. Yeni cami, üstgeçit ve karşıda bir okul. Hıdırlığa doğru sağda kalan tepenin üzerindeki evlerin terk edilmiş görüntüsünde doğal bir felaketin insanı huzursuz eden hali var. Yol sol taraftaki mahalleye doğru kıvrıldıkça kalenin zapt edilmez haşmeti daha iyi anlaşılıyor. Sivri kayalar üzerine inşa edilmiş surlar iç kaleye kadar aşama aşama muhafaza ediyor kale içini. Yolun tekrar sağa kıvrılmaya başladığı mesafeyi geride bırakıp sola keskin bir dönüş yaptığımızda Hacıbayram Camii’nin minaresiyle karşılaşıyoruz. Önünde evler yüzyıllar öncesinin tarihini yaşama dönüştüren görüntüsüyle bize ait kültürün mihmandarlığını yapıyor. Hayallerimizin bittiği yerde çiçekçi dükkanları karşımıza çıkıyor. Kalenin haşin yükseltisinin hemen dibinde bir tehlike saatini bekler gibiler. Vadi içinde eski zaman güzelliklerinden geriye kalan tek şey bu çiçekçi dükkanları. Açelyalar, begonyalar, çiğdemler, fesleğenler, çuha çiçekleri süslüyor dükkanları. Biz bu kentin yapay kimliğinin ötesinde, gerçek kimliğiyle tanışmak istersek şehrin derinlerine yolculuk etmeyi bilmeliyiz. Tarih ve mekan o zaman bir hafıza meselesi haline gelecektir.

WordPress.com’da bir web sitesi veya blog oluşturun