“Türkiye – Afrika ilişkilerinin dünü, bugünü ve geleceği: Türkiye’nin Afrika Vizyonu” başlıklı konferans 28 Nisan – 1 Mayıs tarihleri arasında Moritanya İslam Cumhuriyeti’nin başkenti Nouakchott’ta, Abdullah ibn Yasin Üniversitesi, ADAM Vakfı ve TİKA’nın iştirakleriyle gerçekleşti.
Yolculuk öncesinde, hayat şartlarının olağanüstü olmadığı, insan ilişkilerinin samimi; ama modern şehir hayatının hakim olduğu bir ülke ile karşılaşacağımız bir hissi kablelvuku şeklinde bende yer etmişti. Zira seyahat öncesi internette yaptığım araştırmada Moritanya ile alakalı geniş bir bilgiye ulaşamamıştım. Beklentilerim eşliğinde, hazırlıklarımı tamamlayıp yola çıktım. THY Moritanya için her gün bir adet sefer tahsis etmiş. İstanbul’dan kalkan uçak ilk olarak Nouakchott’a uğruyor, yolcu bırakıp yolcu aldıktan sonra daha güneydeki Dakar’a uğruyor, oradan tekrar İstanbul’a havalanıyor. Bu nedenle dönüş yolculuğu gidiş yolculuğundan yaklaşık 3-4 saat uzun sürüyor. 7,5 saatlik bir uçak yolculuğunun ardından Nouakchott’a ayak bastık. Havaalanının perişan durumu, ülkenin geneli hakkında, ilk anda olumsuz bir intibaya kapılmamıza neden oldu. Havaalanında ilk defa tanıştığımız Moritanyalı dostlarımız bizi karşıladı. Minibüs ile otele doğru yola çıktık. Bir minibüs dolusu beyaz adam ile Nouakchott yollarında ilerlemenin dikkat çekici olduğu bakışlardan anlaşılıyordu. Temkinli ve yabancı süzüşlerle karşılaşsak da sihirli cümle “Selamun Aleykum” bütün ön yargıların yıkılmasına vesile olacaktı. İnsanların kendi halindeliği ve asudeliği ilk göze çarpan ictimai yansımaydı. Akabindeki tecrübelerde de bu gözlem kavileşti. Havaalanından, kısa sayılmayacak bir yolculuk ile otele geçtik. Otel şehrin en yüksek ve en lüks binalarından biriydi görebildiğim kadarıyla. Başkent Nouakchott’ta yüksek katlı ve bakımlı bina görmek mümkün değil. Türkiye’de yüksek katlı binalardan ve sıkışık yapılaşmadan şikayet eder dururuz. Moritanya’daki durum bu açıdan güzel. Ancak kulağa hoş gelen hadise göze pek hitap etmiyor. Binaların bakımsızlığı, alt yapısızlık dikkate çarpan ilk düzen bozukluğuydu. Buna -deniz kenarında bulunmasına rağmen- şehrin üzerine sinmiş ağır koku eklendiğinde, havaalanındaki ilk intibamız kötü meyvesini veriyordu. Mesela, Moritanya Cumhurbaşkanlığı sarayı; şehrin diğer binaları gibi alçak yapısı, yanı sıra dış cephesinin bakımsızlığıyla yüzümüze sırıtıyordu. Onun ötesinde duran Fransız büyükelçiliğinin, Cumhurbaşkanlığı sarayından daha büyük ve bakımlı olduğunu tespit etmekse zor olmadı. Moritanya’nın Fransız sömürgesine tabi olduğunu bilmek bunu uzun uzun düşünmeye lüzum bırakmıyor. Ülkede Fransızca yaygın olarak biliniyor buna karşın hamd olsun ki insanlar yaygın olarak Arapça konuşuyor. İngilizce ya da Türkçe konuşan ya da bilene rast gelemedik. Çevirmen vasıtasıyla anlaşmaya gayret ettik.
Moritanya hakkında yapmış olduğum ön araştırma sonucunda ülkedeki hafız sayısının bir hayli fazla olduğuna dair malumat edinmiştim. Bu bilginin doğruluğunu ülkede yaptığımız gezide müşahede etmiş olduk. Şöyle ki, alelade sokaklarda gezinirken depo görünümlü dersliklerde kız-erkek çok sayıda çocuk hafızlık çalışıyordu. Ellerinde Mushaf değil de ahşap levhalar vardı. Hafızlığı ahşap levhalar üzerinden yapıyorlardı. Nedenini sorduğumuzda, öğrencilerin kolaya alışmalarının önüne geçmek, kalıcı olarak ezber yapabilmelerini sağlamak amacıyla bu yolun tercih edildiği cevabını aldık. Ön araştırmamızın diğer bir sonucu da, birinci dünya savaşı sırasında ülkenin Fransız işgali sebebiyle ülkedeki bir kısım Müslümanların Halifenin bulunduğu topraklara, yani Osmanlı ülkesine göç etmeye karar vermesiydi. Bu göç sonucunda insanlar Hatay-Mersin dolaylarına yerleşmişler. Bir zamanların meşhur şarkıcılarından Mansur Ark ve kafilemizde bulunan Yunus Emre Aydınbaş da bunların torunlarındanmış. Bu durum Moritanyalı dostlarımızın bizi sahiplenmesini sağladı ve aradaki muhabbeti pekiştirdi.
Şehirde sosyal ve ekonomik hayat çok canlı. Pazarları kalabalık ve kadınların sosyal ve ekonomik hayattaki etkinliği fazlaca. Atlantik Okyanus’u kıyısında balıkçılığın, şehir ekonomisine büyük katkısı var. Bunda kadınlar çok etkin ve pratik bir rol üstleniyor. Ancak balıkçılık ilkel koşullarla yapılıyor. Okyanus şartlarına uygun gemilerin olmayışı balıkçıların 50-100 metreden öteye açılamamalarına neden oluyor. Yaklaşık 10-15 metrelik kayıklardan oluşan büyük bir grup, sahilde balıkçıların şimdilik işini görüyor. Velakin okyanus dalgaları ile baş edebilecek dayanıklılıkta olmayışları insanın, balıkçılar hakkında tedirginliğe kapılmasına yol açıyor. Beslenme büyük çoğunlukla okyanustan gelen balıklar vesilesiyle karşılanıyor. Denizdeki bolluğun Moritanya’da açlığa dalgakıran olduğunu söyleyebiliriz. Gelgelelim gördüğümüz manzaralardan hareketle müreffeh bir toplumdan bahsetmediğimiz de bir vakıa. Şehrin genel anlamda büyük bir temizlik problemi var. Camilere ayakkabı ile girdiklerini söylemek, durumu açıklamak için yeterli olacaktır. Balık pazarı ve çevresinde işlem görmüş balıklardan arta kalanların yerlere ve yollara lâlettâyîn bir şekilde atılması -daha önce hiç duyumsamadığım- bölgeye has bir kokunun oluşmasına yol açmış.
Şehirde asfaltlı yol yok denecek kadar az. Trafik keşmekeş. Mesela panelvan bir araçla yol aşındırırken sağ tarafımızdan bir araç yanaşmıştı. Siyah adam beraberinde beyaz bir kadınla seyahat ediyordu. Siyahi sürücü sırıta sırıta ve göz göre göre bize çarptı. Bizimkisi, çarpışan otoda oynayan çocukmuş gibi, hiç istifini bozmadı, yolumuza devam ettik. Yaklaşık yarım ton balık taşıyan bir kamyonet gördük “bu araç nasıl gidiyor” tepkisiyle şaşakalmadan edemedik.
Damak zevki hususunda kolay uyum sağlayamayan ve hijyen noktasında titiz olan birisinin Moritanya’da aç kalma ihtimali çok yüksek. İlk gün otelde tavuk ve pilav servis edildi. Pilavın yağsız ve tuzsuz olması, tavukta farklı baharatların kullanılması, iştahımın kesilmesine neden oldu. Çorba kültürlerinin olmadığını gözlemledim. Seyahatimiz boyunca çorba servisi hiç olmadı. Otelde yemekler böyleyken, otel dışında da durum bundan farksızdı. Tabii kafilemizde bu şartlara ayak uyduranların sayısı çok fazlaydı. Hatta ayak uyduramayan tek kişi bendim diyebilirim. Moritanya’da bulunduğum süre içerisinde 4-5 kilo kaybettim. Türkiye’den getirdiğimiz konserveler olmasa aç kalacaktım. En iştahlı yemeğimi çölde yiyebildim. Sağ olsun Moritanyalı dostlarımız bizlere oğlak çevirme ikram ettiler. Ayrıca deve sütü ve naneli çay da farklı deneyimlerimizdendi. Deve sütünün çok faydalı olduğunu duymuştum, ancak zevk alarak içtiğimi söyleyemem. Küçük bardaklarda ikram edilen bol şekerli ve köpüklü nane aromalı çayları hayli ilginçti. Burada köpüksüz çay ikram etmek saygısızlık addedildiğinden çaylar, ikram öncesi güzelce köpürtülüyor. Yüzde doksanı Araplardan oluşan Moritanya’da pilav elle yeniliyor. Araplarda pilavın elle yenildiğini çokça duymuştum. Durumun Afrika’da da değişmediğini görmüş olduk. İlk akşam yemeği için restorana gitmiştik. Beklediğimiz gibi balık vardı mönüde. Balıklarımız geldi. İçecek olarak kola istedik. Kolanın balıktan hatta restorandaki her şeyden daha pahalı olduğunu öğrenince vazgeçtik. Tıpkı eski Türkiye’de olduğu gibi burada kola, arzu öznesi haline gelmiş. Hakeza su da çok pahalıydı.
Yaşadığım ilginç hadiselerden bir tanesi de otelden ayrıldığım günde başıma geldi. Moritanya’daki ikinci günümüzdü, otelin çıkış kapısından sağ tarafa yöneldik. Yolda ilerlerken güler yüzlü ve yaşlıca bir amca selamımızı aldı. Bize soru edasıyla “Türkiye?” dedi. Biz de “evet” dedik. Amcanın yüzündeki gülümseme ve parlaklık birden gözlerinin içini aydınlattı. Birbirimize sarıldık. Bizim Türkçe, İngilizce ve Arapça sarf ettiğimiz selam ve sevgi sözcüklerimize o, Fransızcayı da ekleyerek mukabele etti. Müslüman toplumlarda Türkün sonuna eklenen yeni parola dikkat çekiciydi “Erdoğan”. Türkiye’nin yeni, bir başka alâmetifarikası, diziler hakkında bir hadise başımıza geldi. Yolculuğumuzun ilk günüydü, Nouhchatt’ın en işlek caddelerinden birinde kurulan pazarda ilerlerken yolumuz bir pasaja düştü. Pasajda dükkânlara bakınırken birkaç Moritanyalı yanımıza yaklaştı ve (Moritanya asıllı arkadaşımız) Yunus Emre’ye “Abdulhay” diye seslendi ve fotoğraf çekilmek istedi.
Günlük yaşantının idame edildiği yerde, yani şehirde güvenlik görevlisi, polis ya da askerlerin görünürlüğü çok düşüktü. Şehrin dışına çöle doğru yola çıktığımızda ise askerlerin birçok çevirmesine maruz kaldık. Bu noktada çöl seyahatimiz ve orda geçirdiğimiz anlar bütün olumsuzlukların aklımızdan silinmesine yetti de arttı. İlk çöl maceram Moritanya’da gerçekleşti. Azami derecede incelmiş kum beni, sanki deniz üzerinde yürüyormuşum gibi bir hisse sürükledi. Çölün ortasında, kumlar arasında deniz kabuklarına rastlamam bu hayale güzel bir çeşni oldu. Karanlık çöküp yıldızlar belirince, çölün zihinlerimizde kazanmış olduğu anlam zirveye ulaştı. Gökyüzünü anlamsızlaştıran şehir ışıklarının yittiği çölde, Samanyolu geceye ışıklarını serpti. Göğe asılı salkım saçak yıldızlar o kadar yakındı ki, ya onlar üzerime dökülecek yahut ben göğe yuvarlanacağım insiyakiyle zaman zaman kendimi, ellerim başımda sakınma refleksine yakalanmış buldum.
Moritanya ile alakalı olarak zihnimde oluşan genel kanıları birkaç kelimede cem edecek olursam; bakımsızlık, balık, kokan şehir, az eşya – tasasız yaşam, mutlu bakan gözler – misafir perver insanlar, çöl-çöl-çöl…
∗ Halim YAR‘ın yazının şekillenmesinde katkıları olmuştur.