Yazar: Ömer Gülen
İnsanın büyük lanetinin ‘alışmak’ olduğunu düşünürüm her zaman. Dikkatimizi hayatın güzel olan biçimlerinden uzak tutan ve her türlü kötülüğü sıradanlaştıran bir beladır alışmak. Çoğu kişi alışmayı katharsis olarak kabul eder. Başka türlü hayata tutunamayacağımız vehmi ile destekler bu düşüncesini. Sonrası tekdüzelikle devam eden bir ömür törpüsü. Hayatımızın bir yerlerinde güzel şeylerin solduğuna inanmak istemeyiz bu süreçte. Acıyı, ıstırabı ve sevinci kontrol altına aldığımızı düşünürüz ve kendimize yakınlaşıp uzaklaşmasına izin verdiğimiz kadar hikâyemize musallat olmasına izin veririz. Dünya bizi içinde kendimizi güvenli hissettiğimiz katı ama bir o kadar kırılgan yapısıyla konuk ederken ve biz misafirliğimizi yüzsüz bir alışkanlığa çevirmiş beklerken bir anda hayatımızı allak bullak eden bir deprem gerçeğiyle yüzleştik. Dünya yuvarlağının içinde kendimizi güvende hissettiğimiz hiçbir yerin var olmadığını hatırlattı bu deprem bize. Ontoloji bilenler arasında Japonların kendilerini güvende hissettikleri güçlü şehirleri inşa ettiklerine inanan kimselerin sözlerime itiraz edeceklerini biliyorum. Ama Japonların Çin karşısında kendilerini ne kadar güvende hissettikleri ve bu güvensiz politik korkular sebebiyle, bütün teknolojik donanımına rağmen Amerika’nın sömürgesi bir devlet olmaktan gocunmadığını hatırlamamız lazım. Büyük felaketler millet olma bilincinin hissedildiği samimiyet aralıklarını hatırlatır insanlara. Ama sonra tekrar alışkanlık cini musallat olur insana ve yaşanılanlardan ödev çıkarmaksızın devam ederiz hayata.
Güçlü Türkiye’de güçlü olan şeyin sadece modernleşme tarihimize rağmen merhamet olduğunu deprem gerçeğinde görmüş olduk. Burada merhamet duygusunun devlete mi yoksa hükümete mi ait olduğu sorusunu sormamız gerekir. Çünkü deprem sonrasında birilerinin ‘orada devlet yoktu’ sözünü itinayla kullandığını işittik çoğu kişiden. Devlet, millet bilincinde yarattığı ünsiyet ile oradaydı. Millet kimseden emir beklemeden günlerini orada geçirdi. O sıra idareciler, telefondan gelecek emirlerin ve kime ne kadar çadır satılacağının ticareti peşindeydi. Rivayet odur ki Çinliler Mete Han’dan atını ve cariyesini istediklerinde sesini çıkarmaz ama vatanın çorak bir toprağını istediklerinde reddeder. Bunun sebebini sorduklarında atın ve cariyenin kendi malı olduğunu ama çorak arazinin devlete ait olduğunu dile getirir. Bu rivayette anlamamız gereken, devleti idare etmeyi emaneten yüklenmiş olan insanların hiçbir zaman devletin kendisi olmadığının anlaşılmasıdır. Emanetle idareyi aynı şey görme isteğinden hâsıl olan kazançtan milletin dışında herkes yararlanacaktır. Mesela millet terbiyesinden yoksun birileri Kızılay adına topladıkları yardımı, sadakayı tekrar millete satma gibi tuhaf bir tüccarlığı oldukça normal bir biçimde açıklayabilmekte. Diğerleri yani devlet yoktu diyenlerin derdi daha büyük. Devletin katı görünümünün ardındaki samimiyet ne kadar yok edilirse amerikanlılaşmış kültürel seviyesizliğe o kadar imkân sağlanacağını biliyorlar. Devlet kelimesini savunurken ya da eleştirirken, bu kelimenin felsefesine, tarihine ve sosyolojisine dikkat etmeden düşünce üretmek millet bilincini görmezden gelmek anlamına gelir ki burada asıl felaket başlamış olur.
Yeni Türkiye’yi inşa etme iddiasına sahip insanların, kurumlarıyla, belediyeleriyle, müteahhitleriyle ne kadar acınası bir seviyede olduklarını gösterdi bize deprem. Allah bizi yedi güzel adamın doğduğu şehirler üzerinde vurdu. Siz buna yeryüzünün fiziksel hareketliliği deseniz de itiraz etmem. Karşımızda duran gerçek, yedi güzel adam palavralarıyla medyumca bir gösteriyi kültürel muhafazakârlık adına siyasi bir sürece dönüştürürken birilerinin güzelim şehirlerin ovasına, zeytinliğine çürük binalar inşa etmeyi ihmal etmemiş olmasıdır. İşte bu, büyük çelişkinin düğümlendiği yer. Bakın Şehir Gazeli başlıklı şiirinde ne söylemişti Urfalı Akif İnan Abimiz.
Şehir Gazeli
Her eylem yeniden diriltir beni
Nehirler düşlerim göl kenarında
Ey deprem gel yetiş bu şehirlerin
Doğayı çarptıran konumlarına
Doğ ey güneş erit taştan adamı
Ve kurut taşları diken elleri
Babamın gölgesi koruyor beni
Oh ne güzel şehir bu eski şehir
Dönüştür ey kalbim bahçeli eve
Anlamı ezen o makinaları
Kurtuluş haberi olsun dünyaya
Ayırma üstümden bir an gölgeni
Bu şiir Ömer Karaoğlu’nun ezgiye dönüştürdüğü biçimiyle o çürük binaların yapılmasına fırsat tanıyan adamların dillerinden hiç düşürmedikleri bir marştı. Akif İnan’ın sendikacılığından kendilerine nasip çıkarmış zevatın, gücü bir yerlerden yakalayınca samimiyetlerini tüccarlığa dönüştürme tarihidir bize yaşattıkları yirmi yıllık tarih. Korkuyla bekledikleri bir tarih sonrasında, dünyanın hem itikaden hem de siyaseten kendilerine Tanrı tarafından verilmiş bir nimet olduğuna bir kere inandıklarında, o güzelim şehirleri, bahçeleri, zeytinlikleri bir moloz yığınına dönüştürmekten çekinmediler. Bu bir Türkiye gerçeği ve bu sürece de alışacağımızı çok iyi bilenler, depremin hemen ertesi günü daha sağlam binalar vadetme cüretkârlığını sergilemekten imtina etmediler. Neden akıl, bahçeli bir evin kişiye şahsiyet kazandıran dokusuna ehemmiyet göstermez. Türkiye’de idarecilik denilen şeyin herkesin kolaydan yararlandığı seviyesizliğe razı olmakla ilişkili olduğuna, bahçelere rağmen apartmanlara, doğaya rağmen barajlara ve hayvan yaşamına rağmen ormanların yok edilmesine gösterdiğimiz ilgiyle ortaya koyunca kalplerimizde güzellik adına hiçbir şey kalmadı. Kalbimizle değil aklımızla düşünmeye başlayınca, güzelliği değil burjuva bir yaşamın konforunu arar olduk.
Batılıların, batılılaşma adına dünyaya öğrettiği en büyük şey acımasızlıktır (insana, doğaya, hayvanlara, kültürlere) ve biz bu türden bir Batılılaşmanın adına gelişme dedik. Bu sevimsiz uygarlıktan hareketle kalkınma programları geliştiren insanlar arzularını en yoz yerden sürdürürken Müslüman -mış gibi bir gösteriye sahip çıkmak zorunda olduklarını biliyorlardı. Burası milenyum sonrası Türkiye’sinde anlaşılması gereken en önemli tez. İkinci tez, birinci tezimizdeki dindarlığı sanki İslam’ın kendisiymiş gibi göstermeyi zevke dönüştürmüş sahte aydınların varlığında karşımıza çıkıyor. Bu adamlar eleştirdikleri iktidarın en cafcaflı günlerinin bütün nimetlerinden yararlanmış adamlar ve şimdi medya filozofu pozlarıyla orta yerdeki sorunların Müslümanlıkla ilişkili olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Onlara göre sorun dinin doğasındaymış. Allah da, Muhammed de, Kuran da, Ali de bu siyasetçiler gibi iktidarın peşindeymiş. Kuran avama seslenen bir metinmiş. Deprem’deki acziyetin sebebi Devlet olmaktaymış çünkü devletin imanı artınca aklı azalırmış. Youtube kazançları için utanmadan abone sayısından bahseden insanların, tefsiri, teolojiyi, felsefeyi dillerine dolayarak sergiledikleri pornografik gösteri, gösteri toplumunda tabii ki alıcının iştihasıyla doğrudan ilişkili bir şey olacaktır. Yani birilerinin kendi kazançları için idareye talip olmasında ya da eleştirmen gösterilerine kapılmasında ortak bir zemin var. Dünyada kendilerine ait olarak gördükleri lezzetten sonuna kadar yararlanmak. Eski dostlar kavga etmiyorlar efendiler. Herkesin bir yerden mazlumun hakkını yediği bir Türkiye’de, kim kendini hangi alanda uzman görüyorsa o yeri kazanca dönüştürmenin telaşında. Yani sadece çürük binaların müşterisi yok bu piyasada, çürük zihinlerde tüketmek istedikleri dünyanın bir münadisini bulabiliyor bu pazarda.
Bu şeyler her şeye alışabiliyor olmakla ilgili bir seviyesizlik üzerinden devam ediyor. Şundan emin olabiliriz ki Faşizm bir siyaset meselesi değildir. Gözün iştahla baktığı yerle ilgili bir meseledir. Siyaset olarak onu insanlık tarihinin içine sokan şey, Ne Hitler ne de Mussolini’dir. Kendilerini özgürlüğe kavuşturmuş Musa’ya Mısır’daki etli yiyeceklerinden bahsedenler de, Muaviye’nin sofrasının lezzetinden bahsedenler de tarihin bu aynı kişileridir. Sermaye sahiplerinin, ekonomik ve kültürel hegemonyalarını, insanların dikkatinden kaçırmak isteyen akademi çevresi ve onların ülkemizdeki takipçileri, efendilerinin insanlığı uçuruma götüren kazançlarını gözden uzak tutmak için insanlığın ilgisini sürekli Almanya ve İtalya Faşizmi üzerinde tuttu. Bu iki devlet devre dışı kalınca vakitlerini Sovyet Rusya’yı politik ve kültürel sahalarda yok etmeye harcadılar. Bunu başardılar da. Bu süreci başaranlar, Faşist ya da Komünist rakip gördükleri devlet mekanizmalarını yok edince Devlet olmanın zorunlu olarak Faşist ya da Komünist bir dünya-görüşüne dönüşeceği türünden bir anlayışı üniversitelerinde eğitime dönüştürdüler. Niyet piyasa temelli bir iktidar kurmaktı ki bunu başardılar. Rakipsiz bir kültür yarattılar dünyada. Amerikan kültürü. İsteyenin istediği çeşitte ihtiyacını market raflarında bulabildiği, kumandayla istediğini izleyebildiği, Dücane’yi mi yoksa Şeyma Subaşı’nı mı izlemesi gerektiğine anlık karar verebildiği bir dünya. Bu yarattıkları dünyadaki faşistçe duygu insanın toplumsal ilişkilerine her türden aptallığa razı olmakla yayıldı. Razı olmayı, travmatik bir şey olmaktan çıkarmak için bu şeylere alışmamız lazımdı. Alışarak korkularımızın üzerinden gelebilir, köleliğimizi içselleştirebiliriz. İnsan ruhunun bir şeylere alışarak kendini nasıl unuttuğu gerçeğini çok iyi bilen Freud’un torunları ile teknoloji teknisyenleri sahiplerinin dünya ekonomisi ve siyaseti üzerinde mutlak hâkim olmaları için kullandılar bu bilgileri. Nihayetinde bir komünistin parti programında lgbt özgürlüğünü, ülkücü bir hocanın hayallerinde Avrupalılaşma fikriyatını görür olduk. Ağzından Panoptikon ve İktidar kelimesini düşürmeden konuşamayan adamlar aşı vurulmanın faziletinden ve zorunlu olmasından bahsetti sosyal medyalarında. Bu şeyler nasıl mümkün oluyor diye şaşırmamak lazım. Piyasa kimi kudurtmadı şu dünyada. Ben mesela.