Yazar: Ramazan Kınay
Arkadaşımın adı Murat’tı. Evinden yurdundan ayrı kalıp bir okul yurduna yerleşmek zorunda kalan hatta bunun için arada sırada gizli gizli ağlayan ancak ağladığını kimseciklere belli etmeyen biz lise çağındaki çocuklara kıyasla jilet gibi keskin ve sert sakalları, üzerinden yeni kalkılan bir çarşaf gibi kırış kırış alnı ve sanki bir önceki gece hiç uyumamış hatta sabaha kadar beden işçisi olarak çalışmışçasına kanlı gözleri vardı. Uzaktan yürüyüşüne bakılınca görmüş geçirmiş, bütün hayatın yükünü vakti zamanında omuzlamış ve artık yorulup ölmeyi bekleyen bir yaşlı gibi beli bükük, kamburu dışarıda bir adama benzerdi. Kimisinin fukaralıktan kimisinin haytalıktan kimisinin de hayırsız bir anne baba yüzünden geldiği bu okul yurdunda içlerinde en sefil görüneni Murat’tı. Hepimiz yeni ergen sayılırdık fakat yine bizden farklı olarak Murat’ın sesi de kalın ve çatallıydı. En az ergen görünenimiz o sayılırdı.
“İçme artık şu mereti, bak sesin bile borazanınkine benziyor” dedim bir gün kendimi tutamayarak.
Gözlerinin neredeyse dörtte üçünü bir kepenk gibi kapatan göz kapaklarını aralayıp kanlı gözleriyle önce bana sonra da ayaklarının ucuna doğru bir bakış attıktan sonra yine çirkin sesiyle,
“Bunun sigara ile bir alakası yok ki. Genetik.” diye cevap verdi.
Buna inanmasam da pek üzerinde durmadım. Zira uzamış ve içi birkaç gün önce ısırdığı elmanın bile kırıntılarını içinde barındıran kirli tırnaklarının üzerinde sigara son derece zarif duruyordu. Buruş buruş olmuş parmaklarının sigarayı tam kavradığı noktalarda ince ve küçük çukurlar bile vardı. Murat sigara içmek için doğmuştu. Dedim ya, öğretmen olmak için çalışan bir talebeden çok işçi pazarında, bolca bahçesi olan zengin bir adamın günlük yevmiye ile kiralayıp elma bahçesinde çalıştırmak istediği bir ameleye benziyordu. Aslında Murat bu bahçelerde de zaten çokça çalışmıştı. Okuldan aldığı ve sadece birkaç paket kalitesiz sigaraya yetecek harçlık dışında tek gelir kaynağının elma bahçelerinden aldığı ücret olduğunu daha ilk başlarda anlamıştım. Yıllarca sorduğum halde babasının ne iş yaptığını da asla öğrenemedim. Yine bir gün ısrarla üzerine gittiğimde gevelediği cümleler arasından “parti ilçe başkanı” dediğini zor da olsa seçebilmiştim. Bir daha ona bu konuyla ilgili bir şey de sormadım. O da bir daha gevelemek zorunda kalmadı. Ancak zor bir yaşamı olduğu her halinden belliydi. Bir traş bıçağını körelene ve hatta küf tutana kadar kullanır, çoğu zaman diş macununu yandaki lavabodan rica eder, eğer çok sulu değilse yarım kalan meyvesini yeniden cebine koyar, yapılan çay ikramlarını canı istemese bile asla geri çevirmez, diğer öğrencilerin artık eskidiği ya da koptuğu için çöpe attıkları terlikleri alıp giyerdi. Bir akşam yemekten hemen önce onu top sahasında gezinirken görmüştüm. Ara sıra yere çöküp heyecanla bir köpek gibi toprağı eşeliyordu. Üstü başı toz içerisinde yemeğe geldiğinde sordum.
“Ne yapıyordun top sahasında?”
Soruma önündeki tabağı bitirmeden cevap verme tenezzülünde bulunmadı. Ki zaten bu hal çok sürmedi.
“Kimse topun peşinden koşarken cebinden düşen paraların farkında değil.” dedi. “Bir keresinde bir iki yüz elli binlik bile buldum. Kağıt.”
Söylemek istediğim onca şey olmasına rağmen bir şey söyleyemedim. Murat tabağını yeniden doldurmak için masadan kalkınca öylece bakakaldım. Arkasında bir toz bulutu bırakarak ilerlerken bir şeyler söylemem gerektiğini fark ettim. Düşündüm, düşündüm ancak bulamadım. Hem ne söylenebilirdi ki? Geçmiş olsun mu demeliydim? Yoksa hayırlı işler mi? Ya da aferin? Hayır, bunların hiçbirisi Murat’ın az önce giriştiği eylem için bir mütekabiliyet teşkil etmiyordu. Aslında daha önce Murat’ın bir gün ilçe kütüphanesinden ödünç aldığı kitabı bir kitapçıya satmaya çalışmasına şahit olmuştum.
“Neden o kitabı aldın ki? Sen İngiliz edebiyatı sevmezsin.” dediğimde bana,
“Cildi en sağlam olan buydu.” demişti elindeki kitabı muayene ederken.
Murat’la koca üç yılı birlikte geçirdik. İkimiz de çok konuşkan olmadığımızdan genelde muhabbetlerimiz sessiz olurdu. Bazı günler, sabah güneşi ile birlikte kalkıp gece çöküp de birlikte yatıncaya dek hep yan yana olur ancak birbirimize tek kelime etmeyebilirdik. Bazen okulun yaslandığı koca dağa tırmanır oradan aşağıya doğru saatlerce bakıp hiç konuşmazdık bazen ise artık kullanılmayan iş atölyesinin içine birkaç gün öncesinden gizlediğimiz kırmızı şarabımızı yudumlarken hiç konuşmazdık. Ama genelde konuşmazdık.
Dersler, sınavlar derken yıllar bu şekilde geçti. Murat okulda en az konuştuğum ancak kendi yapıma en uygun bulduğum, birlikte vakit geçirmekten en çok hoşlandığım insan oldu. Top mu oynamıştık, mıntıka temizliği mi yapmıştık tam hatırlamıyorum, bir akşam kendimden geçmiş vaziyette koğuşta yatıyordum. Belim ağrıyor, bacaklarımı da ağrıdan hissetmiyordum. Sokak lambası dışında küçük odanın içinde gezinen başka bir ışık yoktu. Üst ranzanın altında kalan demir blokları sayarak uyumaya kendimi alıştırmıştım. Çoğu gece uyumama yardımcı oluyordu. Bu akşam da diğerlerinden farklı değildi. Saymaya başladım. Koğuşun kapısı derin fakat yavaş bir gıcırtıyla aralandı. Yattığım yerden doğrulmadan gözlerimi oraya çevirdim. Saymayı bıraktım. Bazı günler komşu koğuşlardan ayakkabı boyası ya da tıraş köpüğü almak için gelenler olurdu. Ben yine öyle olacağını zannettim. Kapıdan içeriye önce eski bir spor ayakkabı girdi. Sonra üst tarafında bir kafa belirdi. Kafa yavaşça içeriye kıvrılıp kısık gözleriyle içeriyi süzüp dinledikten sonra koğuşun ortasına kadar yürüdü. Bir gölgeye benziyordu. Ayak sesleri gecenin sessizliğini bıçak gibi kesiyor, zaten ağrıyan başımın içerisinde bir düğün davulcusu kadar gürültü yaratıyordu. Gölgeyi yattığım yerden izliyordum. Korkmuştum. Bir an acaba rüya mı görüyorum diye düşündüm. Ya da belki de yediğim akşam yemeği dokunmuştu. Uyanık olduğum anlaşılmasın diye nefes almayı bile bir süreliğine bırakmıştım. Gölge dolabımın önüne gelince durdu. Başını öne eğerek epeyce bir zaman düşündü. Ağladığından olacak burnunu çekti. Zaman o anda hem gölge hem de benim için kısa bir süreliğine yavaşladı ve hatta durdu. Cebinden bir anahtar çıkarıp sessizce dolabımı açtı ve cüzdanımdan biraz para çekti. Bu, belki acil bir durumda ihtiyaç olur fikriyle ona verdiğim anahtardı. Sadece izledim. Parayı saydı. Sonra sanırım fazla çektiğini düşünüp paranın bir kısmını cüzdanıma geri bıraktı. Yeniden burnunu çekti. Ben sadece izledim. Dolabımı kapattı ve asma kilidi yeniden kilitledi. Tekrar odanın ortasına gelince durdu ve bana baktı. Uyanık olup olmadığımı anladığından emin olamadım. Yine de açık gözlerimi kapatırsam bu küçük göz hareketimden bunu anlar fikriyle göz kapaklarımı hareket ettirmeden ben de ona baktım. Bu kez sokak lambasının ışığı onun tam yüzüne vuruyordu. Gözünden süzülen iri taneli bir damla kirli sakalının üzerinden çenesine kadar geldi ve oradan aşağıya, ayaklarının ucuna düştü. Burnunu çekti. Sadece izleyebildim. Kafasını yukarı kaldırıp Tanrı ile konuşuyormuş gibi dudaklarını oynattı. Sonra bir an bu pişmanlığını bir kenara bırakıp odadan çıkıp gitti.
Okulda son senemizdi. Kar yığınlarının küçük tepeler oluşturduğu, elimizi suya daldıramadığımız zamanlardı. Sigara almak için ilçeye inmiştik. Tepeden aşağıya doğru süzülen ayaza karşı yüzümüzü korumak için atkılarımızı sıkı sıkı dolamıştık.
“Biraz ısınalım mı?” diye sordu Murat.
“Nasıl?” dedim.
“Atölyeye gidelim.” diye cevapladı.
Atölyeye gittiğimizde yine daha önceden zulaladığımız şarabımızı açtık. Eski bir binaydı. Camlarının birazı kırıktı. Tavanda da yer yer delikler vardı. Artık kullanılmayan makinalar, bidonlar, araç gereçler öylece duruyordu. Eski bir köy enstitüsünün herhangi bir atölyesi nasıl görünürse aynı o şekil işte. Atölyenin en az rüzgar alan kısmını bulduktan sonra karşılıklı sandalyelerimizi çektik ve oturduk. Bir yandan şarabımızı yudumluyor bir yandan da yine hiç konuşmadan önümüzdeki küçük pencereden dışarıda yağan karı izliyorduk. Zaman yine yavaşlamıştı. Murat burnunu çekti. Soğuktan olduğunu düşündüm. Aldırış etmeden lapa lapa yağan karı izlemeye devam ediyordum. Fakat sonra burun çekişler hızlandı ve Murat’ın ağladığını duydum. İçin için başlayan bu ağlama zaman ilerledikçe yerini hıçkıra hıçkıra ağlamaya bıraktı. Ona baktım. Üzüldüm. Ne düşündüğünü biliyordum. Bir şeyler söylemek istedi. Zaten hep kanlı olan gözleri daha da kızarmıştı. Çirkin elleri ile keçe gibi olmuş saçlarından birazını koparmaya çalışıyormuşçasına çekiştiriyordu. Ara sıra burnundan akan sümük dudaklarının üzerinden süzülüp ağzına girdiğinden benden utanıp yüzünü temizliyordu. Bir şey söylemesine izin vermeden ayağa kalktım. Karşısına dikilip ellerimle kalk işareti yaptım. Hiç görülmemiş şeydir fakat nasıl olduysa itiraz etmeden kalktı. Başı öne düştü. Sarıldım. Daha çok ağladı. Murat’ı o gece dolabımı açmaya zorlayan şeyi fark edemediğim için kendime kızdım. Bir süre sonra ikimiz de yine hiç konuşmadan aynı şeye ağlamaya başladık. Dışarıdaki rüzgarın şiddetli iniltisi bizim seslerimizi bastırıyordu. O gün yan yana durmanın keyfini bir kez daha çıkardık. Hiç konuşmadık. Ne o bir şey itiraf etmek zorunda kaldı ne de ben bunu duymak. Hem konuşmaya ne ihtiyaç vardı ki? O gece yurda çok geç döndük. İçimde garip bir rahatlama duygusu baş gösterdi. Mutlu oldum. Murat’ın ağlayabilmesine sevindim.
Okul bitince de başka sebeplerden ayrı düştük. Şimdi o, yani Murat, bir edebiyat öğretmeni, ben ise o gölgenin kendisi oldum.