Yazar: Abdullah Kavaklı
Bir şehrin uzak semtleri gibi gözlerin
üzgün, kara, ayaklanmaya hazır
ben yaralar kuşanıp katılırım onlara
onlara katılırım yedek mermi ve şarkılar alarak
seni alırım sonra her bir yanım çağıldar
bir oyuna kalkarız sıkılmış yumruklarla
yazarız duvarlara fırtınalı yazılar.
İsmet Özel, Kalk Düğüne Gidelim, 1969
Yazıcı eline dolma kalemini almış kendimi nasıl hikâyenin içine katabilirim diye düşünüyordu.
Bu hikâye yazıcının dilinden…
Bir sabah balkondan dışarıyı izlerken dilin en yalın haliyle aherlemeden hikâyeyi anlatacak olursak, alelade beyaz bir minibüs apartman kapısının önünde durdu. Sanki bana gelen bir haber var diye düşünüp; kim acaba diyerek başımı uzattım balkonun demirlerinden… Sıkı sıkıya tutunarak aşağıya baktım. Rast makamında, tenenni tenenneni, hayat dalga geçermiş gibi, vücudumun sabitesinde dünya etrafımda dönüyor, kapılar kendince açılıyor, merdiven ayaklarıma geliyor, evden çıkmak için her şey hareket ediyordu, insan bazen güzel bazen kötü şeylerin başına geleceğini hisseder de kadere ayak uydurur, öylece düşünmeden istemsizce yürüyordum. Aşağı indim. Minibüsün kapısını açmak için, aracın penceresinden ince uzun parmakları olan bir el sanki burnuma uzanmış burnumu tutacakmışçasına uzanıp, içeriden kilidi açıp tık sesini duyuncaya kadar kapının koluna abandı. Kapı kolayca açılmanın sevinciyle tüm kirini pasını yere döküp küçük bir çığlık attı. İçinden bir overlokçu yahut plastik eşya satan bir roman erkek çıkmasını bekleyeceğiniz bir araçta, görseniz kalbinizde savaş çıkartan bir edayla o altmış yılının ilk Yeşilçam sanatçılarının zarifliğinde bir kadın açtı kapıyı. Hayatın bazen böyle tuhaf bir akışı var, zihninizde kategorilendirdiğiniz her şey sizi bazen böyle tufaya getirebiliyor, bu eski minibüsü bir aktirisin hangi elini hangi yere koyacağını çok iyi bildiği, şapkasını tutuşundan, gözlerinin kaçamak bakışlarına kadar sanki buraya ait değil gibi görünen bir kadının bu köhne aracı sürüyor olması beni şaşırttı. Arabanın yüksekliği karşısında kapı açılınca ilk dikkat çeken şey şoförün ayakları oluyordu. Sonra yanlış bir yere bakmış gibi hafifçe kafamı yüzüne doğru kaldırdım. Bu kimdi diye aklımdan geçirirken, ben Safiye diye seslendi. Safiye! Beklediğim… Bir rüya mı değil mi bilemeden hemen hikayem için dikkatle bakmaya başladım, bu anı kaçırmamalı yazacak bir şeyler bulmalıydım. Kumral lepiska gibi saçları, geniş omuzları vardı. Gözleri kahverengi olmasına rağmen içinde sanki mavi bir ton barındıran denizin kumlarla buluştuğu bir deniz kenarını andırıyordu, bazen kendimce saçma bulduğum çıkarımlarımla kız çocuğunun erkek tarafına benzeyeceğini düşünürsek ya dedesi ya da babası renkli gözlü olmalı dedim. Yüzü çok soğuk duruyor, ama gülümseyince çehresine insanın içerisine Rüstem’i derinden anlayacağım bir sıcaklık katıyordu. Mimiklerinden ne düşündüğünü okuyamayacağınız kadar yüz hatları belirsizdi, bir balığın anlamsız bakışı vardı çehresinde, belki de ben etkilenmemek için öyle görmek istiyordum. Hoş geldiniz, sizi bekliyordum dedim. Evet! Dedi. Son hikayenizde beni beklediğinizi yazmışsınız, öncelikle bir kadın olduğum için bunu bir rüya sayıp hiç gelmediğimi gelemeyeceğimi farz edin lütfen. Eğer benim anlatacaklarımı olduğu gibi yazacaksanız sizinle konuşmak istiyorum diye bir şart koştu. Buna nasıl söz verebilirim; bana yazmadığınız halde, benimle konuşmadığınız zamanda sadece kendi hayalimden uydurduğum bir gerçeklik için elbette kendimden bir şeyler de katacağım, yoksa bu benim hikayem olmaz dedim. Belki bir şartla, insanlara bu yazılanların benim dilimdenmiş gibi anlatmazsanız ancak o zaman… Sizden sadece yaşanmışları ben gibi anlatamayacağınızı bildiğim için rica ediyorum; okuyucu da böyle bilsin dedi. Buyurun, sizi dinliyorum demeden yine o büyülü şeyin beni sokakta yürürken bıraktığını, ayaklarımın istemsizce dünyanın dönüşü üzerinde hareket ettiğini, Safiye’nin yanında yürürken kendimi bulduğumu söyleyebilirim.
Öncelikle sürekli bahsettiğiniz şu samimiyetten başlamam gerekir. Siz bir yazar olarak kahramanınız ne kadar samimi olursa aslında o kadar haklı olduğunu düşünüyorsunuz. Ama samimiyet dediğiniz şeyin bir kandırmacadan ibaret olup olmadığını nasıl bilebilirsiniz. Samimiyet bazen sadece bir kıza şirin görünmek için, bazen bir pazarlamacının malını pazarlamak için de kullanılabilir. Hayatınızda insanların, hiç dosta gider, kardeş tavsiyesi, beni abin ya da kardeşin say gibi sözlerle kandırılmaya çalışıldığınızı fark etmemiş olamazsınız. Peki bunu bir erkek âşık olduğu kadından karşılık almak için kullanamaz mı? Ki sizlerle biraz konuşunca hemen samimi olup neden hemen sahipleniyor kıskanıyor, bize bir eşya gibi davranıyorsunuz. Her kalbini açan, kendini ortaya döken, aşkını ilan edene biz de aşık olmalı mıyız? ‘Elbette hayır’ diyemeden lütfen dedi. Lütfen beni dinleyin, siz her ne kadar kahramanınıza kızsanız da hikâyenin asıl parçasının ben olduğumu okuyucuya düşündürseniz de aslında içten içe, Rüstem’in haklı çıkmasını bekliyorsunuz. Ama bu hikâyenin ya da sizin bakış açınızın çıkmazlarını birisinin size söylemesi gerekiyor. Samimiyetin fazlası insanı ürkütür, herkesin hatta karı kocanın bile birbirine söylememesi gereken şeyleri olması gerekir, aşırı samimiyet de bütün bilinmemesi gerekenleri ortaya döker saçar. Öncelikle Rüstem’in bu aşırı samimiyeti beni rahatsız eden bir şeydi. Ben kimim ki, bana neden her şeyi anlatıyorsun? Farkında değil misin aslında basitleştiğinin ve anlamsızlaştığının. Benim bilmem gereken şeylerin ötesine geçmemelisin. Ki kadınlar hisseder, biz sizin gibi basit varlıklar değiliz, çetrefilli ama sanılanın aksine dilimizi öğrendikten sonra bir o kadar da kolay anlaşılabiliriz. Siz tarihin eski çağlarından kalma kendini yenileyemeyen bir toplumun erkekleri olarak hala bizi zihninizde nesne olmaktan çıkartamadınız, ne kadınlarınızı evde bırakıp silahlarınızı kuşanıp ava gidiyor ne de yeni kadınlar ve yeni ülkeler sahiplenmek için savaşıyorsunuz, ama yine de o günlerdeki toplum yaşayışını devam ettirmeye çalışıyorsunuz, gerçi biz de herhalde şu zaman diliminde kendimizin nesne olmadığımızı kanıtlamaya çalışmaktan kurtulamadık. Bir de hep es geçtiğiniz başkalarının hayatlarını yaşama merakı… Medeniyetimizin aşk hikayelerinin ortak noktasında kavuşamayan sevgililer, Leyla’dan Allah’ı bulan mecnunlar, çöle yalnızlığına çekilen, toplumundan uzaklaşan, hatta yabancılaşan, şu zamanki toplumda kötü göreceğimiz bir sürü olumsuz şeyi kendinde barındırsa da, kendini O istemiş gibi O’nun yoluna adayan, bu yüzden itibarlı olması gerektiğine inandığınız ve buna benzer bir sürü hikayenin ortak hafızamızda ortak bir kırılganlığı var: İstenmeyen bir fedakarlığı yapmamız, ve iyilik budalası olmamız. ‘Ama’ deyip araya girdim, Toplumdan kaçmanın bir yabancılaşma olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Peygamberin Hira tecrübesini küçük görmüyorsunuz değil mi? diye sordum. Neden her şeye böyle bir kaynak bulmak zorundasınız ki, Peygamberden başka dağlara çıkan ya da çöllerde mecnun olan bir sahabi biliyor musunuz ya da Müslümanlara bunu öğütlediğini duydunuz mu? Kelam-ı Kadimin kıssalarını okusanız başka peygamberlerin de Allah tarafından yetiştirilmek için bir okula çağırıldığını, aslında insanı insana anlattığını görürsünüz? Bu cevaptan çok memnun olmadım ve ne demek istediğini anlamadım, konuyla bağlantı da kuramadım, yüzümü erik yemiş gibi biraz ekşittim, ama bana bakmadığı için onun da umurunda olduğunu sanmıyorum; büyük bir ciddiyetle devam etti. Gelgelelim anlatmak istediğim şeye dönersek bu söylediklerimden en önemlisini tekraren söylüyorum bedeni es geçiyorsunuz, Leyla da kara kuru bir kadınmış. Hep beklediğiniz masivadan bir işaret bir hareket, elimizde var olansa bedenimiz, başka bir şey değil. Çok kısa ve özetle insanlara bilge bir kişiymiş, tek doğru olanı anlatıyormuş gibi konuşmadan, kimsenin söyleyemediği basit bir gerçeği söyleyeceğim: Onun cismi gönlüme hoş gelmedi, buna rağmen evlenilir miydi, yirmi beş yaşımdan sonra olsa, belki evet!. Bunun için beni ilahe yapmadan, manevi şeyler aramadan üzerimde, gözlerimizin, aklımızın ve bedenimizin birbirimizin üzerinde bıraktığı etkilerle birlikte olmak gerektiğini unutmadan söylemeliyim. Romantik şeyler heyecanlı ve güzeldir ama gerçek değildir. Ve yirmili yaşlarındaki bir kadın için, o makinistin yağ kokusu basitliği, olduğu gibi olması, bana tokat atması… Cümlesinin bitmesini beklemeden hemen atıldım bu insanca olmayan şiddeti özendiren şey için ‘lütfen ama insanlık onuru’ diyebildim. Yere bakan yüzünü kaldırdı saçlarının bukleleri gözlerimin önünden geçerken hırçın bir dalga gibi, biraz sesini yükselterek: size öyle bir şeyden bahsetmiyorum, kocamın beni dövmesini beklediğimi mi zannettiniz, kendime, insanlığa elbette ki saygım var. Bu bahsettiğim size açıklayamayacağım bir şey, açıklasam bile belki de anlayamayacağınız bir şey. İnsan kabahatleri için bazen aşağılanmak ister ve sadece kadınlara özgü bir durum değildir bu, vicdanınızın rahatlaması, tüm kötü düşünceleriniz için acı çekmeniz gerektiğine inandırılmanızdandır, bu kocaman Hristiyan dünyasının, babanın, insanların günahlarını çekmesi için oğlunu yollaması ve onun işkence çekerek ölmesi basit bir saçmalıkla açıklanabilecek bir şey midir? Uydurma da saysak yazanın derin bir davranış veçhesinde, yaşantısındaki, kendinden çıkarımlarını kutsal bir şeye yansıtması olarak yorumlayabiliriz. Kabahatlerimiz kendimizce ne kadar çoksa yaptıklarınızda bir suçunuz olmasa bile küfredilmek ve hatta dövülmek isteriz, bu çocukluğunuzda size yüklenmiş öğretilerin bir sonucu da olabilir, babanızdan başka bir erkeğe aşık olmanın verdiği bir suçluluk duygusu da, erkek için de sanırım babasına karşı gelmektir bu ve hatta bu üçlemeyi Ahdi Cedide koyan yazarın kendi ve babasına duyduğu suçluluk yüzünden alabilmiş olacağı bir varsayım olarak şurada durabilir. Sanırım benim gibi genç yaşlarında kadınlar bu suçlarının cezasını çekeceklerini düşünerek belki de böyle adamlar tarafından fethedilmek isteniyorlar, ele geçirildikten sonra da ele geçiren komutanlarını şehirden kaçırmamayı, başka şehirlere gitmeyi engellemeyi içlerindeki öfkeyi yumuşatmayı seviyoruz ve böylece vicdanımız rahatlıyor. Size saçma gelebilir ve bunu hiç kimse itiraf etmez, siz tanıdıkça bu karmaşık duyguların arasında yoğrulursunuz. Naif davranmanızı beklerken aslında istediği şeyin bu fethedilme arzusu olduğunu bilemezsiniz. Ama böyle birisiyle evlenmeden zihniniz durulduğunda otuzlu yaşlarınızı bulmadan bile bu sefer fethedilmek değil, anlaşmak istersiniz, anlaşıp teslim olmak ve siz de bilirsiniz ki iki insanın anlaşabilmesi zordur. Hele Rüstem gibi içindekini saklayacak kadar inatçıysanız ve Safiye gibi bunu hiç anlamamış gibi davranacak kadar inatçıysanız, anlaşamama ve pişman olma yüzdeleriniz artar. Her insan kendi hikayesini yaşar biliyorsunuz, siz söylemiştiniz. Ama her insanda birbirine benzeyen bir yan da vardır, içinde benim yaşadıklarıma benzer, Rüstem gibi birisine iyi baba olur, iyi eş olur deyip de bir çılgınlık edip başkasına giden çok kadın vardır. Bazıları fethedildikten sonra komutanlarını dizginlemeyi başarır, bazıları da kaçırır. Aslında bu çıkarımların hiçbirisi umurumda değil ve belki gerçek de değil, bunları düşünmekten de yoruldum. Ancak sanırım bir kadın için biraz hayatı tanımak, okumak, modern bir deyimle söyleyeyim kaliteli olmak, her geçen vakitte daha fazla talibini geri planda bıraktırır. Ne kadar kumaşın iyi olursa o kadar gözleri korkar ve Rüstem gibi cesaret edemez, yanına yaklaşamazlar. Bu sözümden aslında Rüstem’in asıl gelememe sebebini anlamış olmanız gerekir. İnzivaya çekilmesi, kaçıp gitmesi, arayıp sormaması ve daha nicesi işte okuduklarının ya da medeniyetimizin, benim yabancılaşma diye aktardığım şeyle açıklanabilecek bir ‘kendine olan güven’ meselesidir. Hem o kadar olgunlaştığını düşünüp, bazen köydeki entrikaların şehir hayatından çok daha ileri boyutlarda, dedikodu, gıybet, çekememezlik, iftira gibi bir sürü günahın barınabileceği yerler olabileceğini de unutmuş olmalı.
Sonrasında vaktin saatin geç kaldığı her dakika, çocuğum ne zaman olur ki korkusu uyanır içinde. Ne yazık ki yaratılış, genler ya da başka bir şey, en modern kadının bile zihninde annelik duygusunun garip yansımalarını, hatta evlenmekten çok karnında bir çocuğun varlığını, o doğum anını yaşamaktan ürkmemize rağmen o duyguyu hissedememenin korkusunu zihinlerimizde taşıtıyor. Bunlardan çıkmak için çabalasan bile bir yerlerde yine sana en başında o merhametin tadını bulmaya zorlayan bir şeyleri kader karşına çıkarıyor. Bunun üzerine de istemsizce bir adamın kollarında bulabiliyorsun kendini. Belki bütün hayatımın özeti bu. Hem siz bunu nereden bilebilirsiniz ki, ben size anlatın diye kelimelerimi verirken, anneliğin kadınlığın ve daha nice kutsal şeyin varlığını söylerken bir erkek vurdumduymazlığıyla şimdi mürekkebinizi kağıda damlatacaksınız. Ne yazık ki, insan kendinden gördüğü şeyi daha fazla hırpalar, bana davranamadığınız kadar hoyrat davransanız da Rüstem’e, içten içe onun kazanmasını benim pişman olmamı bekliyorsunuzdur. Zihninizdeki boş mekânın içini doldurmak için bizim acılarımıza ihtiyaç duyuyor; kendi kahramanlarınıza yaşattığınız acılarla içinize belki su serpiyorsunuz. Kimse pişman olmamalı yaşadıklarından, herkes kendince ders almalı ve aynı hataları yapmamalıdır. Özgürlüğümün sınırlarının sizin zihniniz kadar olduğunu bilerek. Sizin kadın gibi hissedemeyeceğinizi bilerek beni aynen anlatıyormuş gibi davranmayın derim.
Sonra bir parka geldiğimizi, ayağımın altında çıtırdayan yaprakları duyunca anladım. Ne kadar yürüdük bilmiyorum. Daha fazla uzatmadan ayrılmak istedi. Arabasının evimin önünde olduğunu söylememe rağmen, oturmak ve biraz nefes almak istediğini, yanında beni de kabul edemeyeceğini söyledi. En son gözlerinden damlalar akarken gördüm. İstemeyince ne yapabilirsiniz: Ayrıldık.
Kahramanlarımın beni suçlamaları bazen bana garip geliyor, ben size gece uyurken yaslanacağınız pamuklar, ipekler ülkesinden dünyanın en yumuşak kelimelerini veriyorum, siz onları çirkinleştiriyor, hırslarınıza egolarınıza yenik düşürüyorsunuz. Kelamımı okudukça bulutlar ülkesinden kafanızı koyacak bir yer bulsanız, kolumun altına girip, şu dünyanın derdinden tasasından kederinden kaçıp, ruhlarınızı hırpalamayacak, gerçek sevginin bulunduğu anılar bırakacağım. Ama ben suçluyum! insanı tanımak için attığım adımlar, göz yaşı döktüğünüzde o damlaya sahip çıkmam, bunların hiç birisi umurunuzda değil, siz bencilce yaşayacağınız şeyi, hayatınızı kendinizi düşünüyor ve bazen istediğiniz gibi yazmadığım için beni suçluyorsunuz. Siz yaşadınız, aramadınız birbirinizi, birbirinize bir ömür şarkılar söyleriz demediniz. Şu hikâyede bile aranızda ilk başta hiçbir engel olmamasına rağmen birbirinizi tercih etmediniz. Bir hikâye de kavuşamayan sevgililerin yine kavuşamamasıyla bitti. Oysa ki ben başlarken en sonunda bir hocanın dizleri dibinde buluşturacaktım onları. Sonra Rüstem’in evli olduğunu, Safiye’nin de her şeyi söylemediği hikayesini hatırladım. Hikayelerin kaderi bile yazara kalmıyor.
Abdullah Hocam, oldukça güzel bir öykü olmuş. Tebrikler. Safiye’nin gerçeklikle kurduğu ilişki oldukça etkili dile getirilmiş. Kemal Tahir’in Yol Ayrımı romanının son sahnesini aklıma getirdi. Kadınların gerçeklikle kurdukları ilişkinin onları istisnai bir hikayeden yoksun bıraktığıyla ilgili Nietzscheci düşüncem sebebiyle Safiye’nin anlatım ve içerik açısından fevkalade olan açıklamalarına pek katılmaysan da anlatım harika. Çok güzel bir öykü. Tekrar tekrar tebrikler.
Ömer Hocam siz beğendiyseniz ne mutlu bana… Biraz uğraştım açıkçası…
Üç metin roman tadında ilerliyor Abdullah Hocam. Okuyucunun merakını bir yere yoğunlaştırmak, gizemi canlı tutmak, güçlü itirazlar ve belli bir kurgu akışı oluşturmak. Bence çok başarılı. Yazının devamı olsa diyorum keşke, olmalı da
İki seferdir size uzun mesaj yazıyorum, sonra siliyorum. inşallah 10 kasım sonrasında bir haftalık tatilde Türkiyede olacağım, size 4. bölümü neden yazmadığımı, yazamadığımı anlatacağım. ilginiz ve takibiniz için teşekkür ederim.
O tarihlerde muhtemelen Erzurum’a gitmiş olurum hocam. Sanırım, önümüzdeki sene itibariyle Ankara’da olacaksınız. Ankara’ya geldiğimde tanışmak isterim inşallah. Yazılarınızdan mahrum etmeyin bizi. Sağlıcakla kalın.