Yazar: Ömer Gülen
Bazen hayatın ağırlığı değil hafifliği yorar insanı. Bir mevsimden artakalan şey gibi. Hayat, her ne ise o olarak, insanda bir anlama dönüşüp yokluğa karışıyor. Tüm coğrafyalarda insan türünün yazgısı olarak yaşanan bir yeryüzü hikayesi bu. Bizim hikayemiz de güneşin altında başlıyor ve sona eriyor güneş batarken. Dolunay erkenden hazırlıyor kendini akşam saatlerine. Melekler ve şeytanlar da. Akşam, sadece bir akşam şimdi, güz kokusuna bulanmış. Ilık bir ürpertiyle yayılıyor kentin üzerine. Şehir bir dönüş hikayesine hazırlanıyor. Pazarcılar son ürünlerini satıyor akşam fiyatından. Doğu ekspresi, bir çığlık koparıyor gardan ayrılırken. Bir adam trenin arkasından bakıyor. Memurlar, âmirlerini memnun etmiş bir günün rahatlığıyla evlerine dönüyor. Aralarından biri kaygılı biraz, dört yaşındaki kızı onu bekliyor pencerenin önünde. Hacettepe parkının içinde bir evsiz geleni gideni izliyor. “Tuhaf şey doğrusu tanrının beni bu hayatta tutmaktaki isteği” diyor içinden. Müezzin akşam ezanına başlıyor. Adam uzaktan, dikkatlice mescide girenleri izliyor, tanıdık bir yüzü görmek için. Başını önüne eğdiği bir an beklediği kişi selam verip elindeki poşeti adama verdikten sonra mescide giriyor. Bir araba acı bir fren yapıyor uzakta. Duramayan araç henüz hareket etmiş araca çarpıyor. Bir günü daha geride bırakan kız eve dönerken, kendisi için hiçbir şeyin tazelikten yoksun olmadığını düşünüyor. Gökyüzünü düşünüyor, uzak diyarları, İstanbul’u. Haldun Bey evinin balkonundan insanları seyrediyor, Vivaldi’nin dört mevsimini dinlerken. Ne hayatın garipliğine inanmak istiyor ne de gerçeklerine. İmam, ilk kıyamda Asr suresini okuyor, ikinci kıyamda Mâûn suresini. Selim Bey, yazmak istediği son öykünün taslağı için notlar alıyor kalabalığın arasına karışarak. Tepelma Pavyonunda çalışan kadınlar işe çıkmıyorlar bu akşam, Ukraynalı körpe bir kıza tecavüz eden patronlarına karşı gelerek. Bu sevgililer için akşam saatlerinde yürümenin güzelliği, dünyanın en tatlı şeyi şimdi. Beraber hazırlandıkları sınavı geçerlerse evlenecekler seneye bugünlerde. Yürüdükleri yol üzerindeki duvara yazılmış bir söz dikkatlerini çekiyor: “sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte lili.” Çocuklarıyla akşam yemeğine çıkmış Tahsin Bey, bir türlü soramıyor onlara Süheyla’nın durumunu. Çocuklar türlü türlü hikaye anlatıyorlar babalarına. Tahsin Bey sessiz dinliyor çocukları. Şiir atölyesinde bu akşam Turgut Uyar’ın şiirini tahlil ediyor genç bir akademisyen. Gencin sunumunda bir gariplik seziyor Emrullah Bey: “Başarılı ama bir uyumsuzluk var değerlendirmelerinde.” Konuşması bitince dinleyicilerden biri bir soru soruyor. “Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız dizesini nasıl anlamalıyız?” Emrullah Bey eve dönerken şiiri düşünüyor. Bir benzerlik seziyor başka bir şâirin dizeleriyle. Evine az kalmıştı ama yolunu uzatıp arkadaşını arıyor iki şiir hakkındaki düşüncelerini sormak için. Eve erken gitmek istemeyen genç kız, kendine yiyecek bir şeyler alarak küçük parkın içindeki banka oturuyor. Tekir bir kedi yavaşça yanına sokuluyor arkasından. Kız sevgiyle okşuyor kediyi. Akşam yürüyüşünden dönen Gürbüz Bey, namazını kıldıktan hemen sonra gün boyu özlediği torununun yanına gidiyor. Bir oyuna hazırlanıyorlar beraber. Torununun küçük parmakları, dedesinin tombul parmaklarını kavrıyor. Dedesi, torununu hem oynatıyor hem de güzel sesiyle bir türkü söylüyor. “Al elmanın dördünü, sev yiğidin merdini, seversen bir güzel sev, çekme çirkin derdini”; ‘oy güzel kızım güzel kızım, elleri pambuk kızım, Allah seni hep korusun, gözleri sürmeli kızım’ Uzun süre giden treni izleyen adamın dikkatini yavru bir kedi çekiyor. Yanındaki banka oturup kediyi izliyor bir süre. Yerinden kalkıp kediye doğru yaklaşınca korkan kedi çimenlere doğru kaçıyor. Adam, çimenlerin içinde ikinci bir yavru kedinin olduğunu fark ediyor o tarafa yönelince. Başka kediler var mı diye etrafa bakınca, rayın üzerinde büyük bir kedinin parçalanmış cesedini görüyor. Oturduğu yere geri dönünce kedilerden biri yanına geliyor, hemen sonra öteki de. Ortalıkta başka bir kedinin olmadığından emin olunca adam, yavruları yanına alıp gardan ayrılıyor. Dört Mevsim’in kış bölümü çalarken Haldun Bey’in gözleri doluyor. Küçük kız türlü türlü afacanlık yapıyor sofrada. Pazarcıların, çöplerin kenarına bıraktığı çürük yiyecekleri topluyor insanlar. Tahsin Bey Süheyla’yı soruyor çocuklara birden. Akşamın ilk saatlerinde şehrin işlek caddeleri üzerindeki bütün kafeler doluyor. Dünyanın bilmem neresiyle ünlü kahveler, içkiler, tatlılar, müşterilerin acemi telaffuzlarıyla sipariş veriliyor. Evinden uzakta bir odada yaşlı Hoca, saatlerce bahçeyi izliyor. Buraya geldiği ilk günden beri, vaktinin çoğunu bu şekilde geçiriyor. Kafenin birinde Cesaira Evora, başka bir yerde Françoise Hardy şarkıları çalıyor. Meyvesiz elma ağacı her rüzgar darbesinde yapraklarını döküyor gövdesi kurumuş bir üniversite bahçesine. Emrullah Bey, arkadaşıyla konuşunca anlaşılıyor iki şiir arasındaki ilişkinin Hesiodos’un dünyasına kadar geri gittiği. Pavyona gelen adamlar plakta çalan arabesk müzikler eşliğinde savaştan, enerji krizinden, fuhuş piyasasının savaşla ilişkisinden bahsediyor. Sevgililer, ayrıldıktan hemen sonra erkeğin telefonuna bir mesaj geliyor; “iyi çalış, bu sınavı geçmeliyiz.” Mesaj, çocuğun canını yakıyor. Caminin imamı, yatsı namazına kadar vaktini evsiz adamın yanında geçirmeye karar veriyor. Selim Bey, uzunca zaman yürüdükten sonra, Kurtuluş metrosunun girişindeki duvarın üzerine oturup cebinden çıkardığı not defterine bir şeyler yazıyor: “Gerçek her şeydir. Aşk, dostluk hatta ölüm. Ne akşamın melankolik güzelliği ne de sonsuzluk hakkındaki sözler, gerçekle karşılaşınca var olabilirler.” İbrahim, şehrin ortasındaki büyük parkın içinden geçerken eskide kalmış bir şeyler hatırlıyor hikayesinden. Başını kaldırıp rüzgarla sallanan yaprakların arkasında parıldayan aya bakıyor. Ay, yüzyıllarca aynı çehreye sahip güzelliğiyle parlıyor gökyüzünde. Ruhuna bir hafiflik yayılıyor İbrahim’in. İstemsiz gülümsüyor ağırlığını derinlerinde hissettiği hayata. Neşeli bir şarkıyı mırıldanmaya başlıyor. “Bir hayal peşindeyiz her an, tatlı bir rüyadayız her an...”
“Gerçek her şeydir. Aşk, dostluk hatta ölüm. Ne akşamın melankolik güzelliği ne de sonsuzluk hakkındaki sözler, gerçekle karşılaşınca var olabilirler.”
Özellikle şu cümlenin birçok mana ve derinliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Öyle ki hiçbir unsur gerçekleri ifade edebilecek kuvvete sahip değil. Sadece yakınlaşabilir, tıpkı kişinin gerçekler içinde eriyip tekrardan o gerçeklerle yüzleşmek adına kendisini kelimelerde ve şiirlerde bulabilmesi gibi.
Ve tevafuk mudur bilinmez ama; metni okumadan hemen önce bitirdiğim Maksim Gorki’nin, ‘Yol Arkadaşım’ adlı eserinin son cümlesinde geçen şu satırlarla da daha bir anlam kazandı benim için: “O bana, akıllı insanların yazdığı koca koca kitaplarda bulunamayacak pek çok şey öğretti. Hayat, insanların bilgeliğinden daha derin ve anlamlıdır çünkü.”
Teşekkürler Emrah. Gerçekle ilgili Selim Bey’in söylediklerine ben pek katılmıyorum aslında. Söyledikleri doğru bile olsa katılmıyorum. Gorki’nin söylediği anlamda, Hayata büyük bir değer yükleyeceksek Selim Bey’in keskin cümlelerinden kaçınmamız lazım. Hayat belirsizliğiyle güzel.
Ben sizi okuyunca benden bir parça okumuş gibi hissediyorum. Güzel tasvirler insanı o sokakta yürüyormuş, o bankta oturuyormuş siz de karşıdan izliyormuşsunuz hissi uyandırıyor, bir de Ankara’nın sokakları olması ayrıca hikayenize çekti beni… bu hikaye için teşekkürler..
Yorumunuz benim için çok değerli Abdullah Hocam. Teşekkürler.