Yazar: Amine Arslan
“Önce refîk sonra tarîk”
Eteğini sürüyerek bir odadan diğer odaya koşturuyordu. Ahşap kapı gıcırtıları arasında göz çukurlarına dolan kederi dinliyor ve o çınarları kıskandıran sarsılmaz gövdesi, altmış yılın ardından rüzgârdan hissesine düşen titremeyi alıyordu. O anne yüreği ki beş evlat büyütmüştü. Bahçede çalışmaktan elleri nasır tutmuştu. Evlatlarının yüzünde bir tebessüm görmek için neyi varsa feda etmişti. Onları yedirmiş, giydirmiş, okutmuştu. Aynı entariyi yamayıp giymişti. Bir gün olsun kendini düşünmemişti. Omuzları dünyanın tüm acılarını sırtlanacak kadar güçlüydü. Belki de bu yüzden kimsenin kaldıramayacağı dertler kapısını çalmıştı. Her şeye dayanırdı. Ama refikasının sevgisizliği, gökte yıldızların sönüp düşmesi gibi gözündeki feri alıp götürmüştü. Tam altmış yıl refikasına hizmet için koşturmuştu. Bu memleketin yazgısı buydu. Ömrünü kilim gibi önüne serse de, tüm gözyaşlarını refikasının hilm ve şefkate uzak çöl gibi sinesini yeşertmek için uğraşsa da toz zerresi kadar kıymetten mahrumdu. O öyle safderundu ki kalbini kırsa dahi refikasına gözyaşını göstermekten imtina ederdi. Her daim tebessüm ederdi. Evlatlarının başını okşar ve alnından öperdi. Sevginin bir ibadet olduğunu ve namaz gibi beş vakit değil her vakit farz olduğunu anlatırdı. İnsan açlıktan, susuzluktan değil sevgisizlikten ölür derdi. Ne bir gönül incitirdi, ne bir kötü söz ederdi. Her daim şefkat ile kâinata bakardı. Dilinden Allah zikrini eksik etmezdi. “Kâinat bin bir lisan ile onu anarken ben kalbimi nasıl onun zikriyle diriltmeyeyim?” derdi.
Onun imtihanı yüreğiyleydi. Refikasına çok bağlıydı. Canını istese hiç düşünmez verirdi. Yokluğu da darlığı da birlikte görmüşlerdi. Bir gün ah etmedi. Bir avuç bakladan kaç çeşit aş pişirirdi. Hanesini sabrı ve şükrü ile bereketlendirirdi. Bu memlekette erkek ne kadar sert, ne kadar zalim olursa yiğitliğini öyle gösterirdi. Söz geçirirdi eşine. Kadın bir ömür dilsiz köleydi. Susarsa iyi hanım olurdu. Kemikleri sevgisizlikten inliyordu. Elleri şefkatle tutulmamıştı. Gözlerinden hiç öpülmemişti. Başını yerden kaldırıp gökyüzüne bakma cesaretini gösteremezdi. Oysa nebevi ihtarda buyuruyordu ki “Sizin en hayırlınız hanımınıza en iyi davrananınızdır.”
Dildar Hanım’ın refikasına sözü vardı. “Benden evvel gitme. Eğer ki ben gidersem eşikten dışarı adım atma.” Demişti eşi. O da söz vermişti.
Onun yüreği ayrılıklara alışıktı. Ama böylesini anlatmak zordu. Refikasını kaybettiği günden sonra eşikten dışarı adım atmadı. Havayı, toprağı ve rüzgârı unuttu. Öyle bir gün geldi ki evlatları da onu unuttu. Vefadan yoksun evlatları onu bir bir terk ettiler. Ne yer ne içer diye sormadılar. Yaz vakti çiçeklenip güz vakti dökülen çiçekler gibi kokusu, canı, hayalleri ufalanıp gitmişti. Bu topraklara özgü bir ince hastalık sarmıştı bedenini. Dilinde zehre dönmüştü kelimeler, derdini kimseye diyemedi. Kaç ölüm, kaç hastalık kapısını çalmıştı. Hiçbirinde böyle yıkılmamıştı. “Ölüm Allah’ın emri de şu ayrılık olmasaydı” diye boşuna dememişlerdi. Tam altmış sene refikinden şefkat ve güzel nazarın yokluğuyla yaşadı. Her köşesinde bir maziyi gördüğü sabır ile işlediği evinden hiç çıkmadı. Yol çetindi ama refikinin bedenen varken ruhen yok olması daha çetindi. Ne yola ne refikine şikâyet etmeden altmış yıl yürüdü.
Günlerden bir gün ahşap kapılar gıcırdamadı. Pencereler açılmadı. O eşikten adım attı. İlk defa o gün verdiği sözü tutamadı. İlk defa o gün el üstünde tutuldu. Bu kez havayı, toprağı ve rüzgârı hissetmiyordu.
*Dildar, birinin gönlünü almış, sevgili anlamına gelmektedir.
Emeğinize gönlünüze sağlık böylesine yaşamak hayatın kanununa yakışmıyor ne diyebiliriz ki kendi hayatı yalnız yazık etmiş diyeyim,devamını beklerim selamlarımla.
Kalemine sağlık cancagizim devamini heyecanla bekliyorum.
Çok naif ve güzel bir eser yazar arkadaşı tebrik ediyorum