Bilinemezlik


Yazar: Ramazan Kınay

Benim gibi zihni bulanık ve kafası karışık bir çocuk için o kış Hayrettin hocanın dersini almak büyük cesaret işiydi. İnsan olmaya ve hayatın kendisine dair tüm bildikleri, kaynağı belirsiz ders kitaplarından alıntılar olan biz bir grup oğlan için Hayrettin hocanın dudaklarının arasında dökülen her söz altın kıymetindeydi ki bunu o dönem pek azımız fark edebilmiştik. Ne düşünmemiz gerektiğini değil de nasıl düşünmemiz gerektiğini öğretmeye çalıştığından mı bilmiyorum, derslerini temiz ve berrak bir kafayla dinlemek gerekirdi.

“İleride bu mevzu üzerine yazacaklarım, söyleyeceklerim şimdiki ile tamamen çelişiyor olabilir.” dedi elindeki tebeşiri masasının üzerine bırakırken. Durdu. Burnunun içinden çıkan beyaz kıllar ile bıyıklarının birleştiği noktadan ince bir gülümseme salladı sınıfa doğru. Düşünceli görünüyordu. Kambur sırtını bize, yüzünü kara tahtaya dönüp yazdıklarına tekrar baktı ve hatta baştan sona yeniden içinden okudu. Uzunca bir zaman bekledik. İyice seyrelmiş ve kötü bir berberin elinden çıkmış olduğu çok belli olan saçlarının, alnına düşen cansız uçlarını parmak uçlarıyla toparladıktan sonra yeniden sınıfa döndü.

“Evet, ileride kendimle tamamen çelişebilirim.” dedi bu kez daha sakin ve kendini onaylayan bir ses tonuyla. Bunu söylerken garip bir haz alıyordu sanki. “Bunu bir mantık yahut yazım ya da fikir hatası olarak düşünmenizi istemem.”

Söylediği şeylerin manasını kavrayacak kadar zeki çocuklar olmamıza rağmen ben dahil hiç birimiz “o zaman şimdiye kadar söylediğiniz her şey yalan ya da yanlış mıydı?” sorusunu sorma cesaretinde bulunamadık. Kalitesiz takım elbisesi ve burnu neredeyse açılmak üzere olan ayakkabılarıyla tahta ve toz kalkmasın diye sene başında ziftle kaplanmış zeminde arkasında kötü bir izmarit kokusu bırakarak gezinmeye başladı. Dersin bitimine kadar sınıfta öylece gezindi durdu. Ders zili çalınca da yine bir şey söylemeden çıkıp muhtemelen sigara içmeye gitti.

Murat, Hayrettin hoca ile ilgili daha önce “yediği tostun yarısını cebine koymuştu bir keresinde.” dediğinde ona inanmamıştım. “Abartıyorsun.” diye çıkıştığımda bana, “bir gün sen de bu adamın ne kadar boş şeylerle uğraştığını anlayacaksın.” diye cevap vermişti.

“Bunun nedeni çok açıktır; yaşadıklarımız, tecrübelerimiz, çevremiz, arkadaşlarımız ve hatta ailemiz, dinimiz, toplumsal ahlak kurallarımız, çoraplarımız, içtiğimiz su, güneş ışıklarının açısı, rüzgarın yönü, patlıcanın tadı değişkendir, sürekli evrilir, yeni bir forma bürünür.” dedi hoca sınıfa dönünce. Anlatırken bu fikri ilk kez keşfediyormuşçasına heyecanlıydı bu kez.

“Dolayısıyla bizim de aynı olaya farklı zamanlarda vereceğimiz tepkiler değişken olabilir. Bana kalırsa insanın bu özelliği ona bahşedilmiş en yaratıcı özelliklerden biridir. Şimdi doğruluğundan emin olup, canımızı dişimize takınarak savunduğumuz her şey yakın bir gelecekte palavraya dönüşebilir.” Sadece kendisinin görebildiği aklı karışmış yüzleri fark ettiğinden olsa gerek bizi teskin etme ihtiyacında bulundu. “Hemen kendinize kızıp, küsmeyin. Bu, geçmişte bizim hep yanlış, kötü ve aksak düşündüğümüz anlamına gelmez.” dedi ve elleri cebinde, sıraların arasında gezinirken devam etti. “Aksine yanılmanın da dayanılmaz bir tadı vardır ve unutmayın ki yalnızca düşünebilmeye cüret edenler yanılır. O nedenle eğer olur da ileride kendimi inkara yeltenirsem lütfen beni tutarsızlık ile itham etmeyin, zira dağınıklık benim karakterimdir. Bilin ki o sabah iyi bir kahve içmişim, bilin ki aylardır giydiğim pantolonun bacak arası hala yırtılmamış, bilin ki güneş o gün başka bir güzel doğmuş, bilin ki ön bahçede yabani otlar arasından bir filiz yeşermiş. Bunun gibi ince, zarif nüanslar bile beni, benim fikirlerimi kısa sürede değiştirebilir ve güzel olan, keyif veren şey de tam olarak budur.”

“Hatta belki uzak bir gelecekte bütün düşünce kuramları ve kuramcıları bir gün yanılacak, yanlışlıkları, açıkları ve zaafları su götürmez şekilde ortaya çıkacaktır.” dedi bir ders önce kara tahtaya yazdıklarını başıyla işaret ederek. “Ancak bu onları ve onların yıllar boyunca ortaya çıkardıkları bu tür fikirleri şimdiden değersiz kılmamalı diye düşünüyorum. Kısacası bana göre bu kadar fazla değişkenin olduğu bir dünyada hiçbir fikir sabit kalamaz. Dolayısıyla hiçbir şey tam olarak bilinemez, hiçbir şeyden emin olunamaz. Şimdi eğer aklınızda benimle ilgili oluşmuş bir figür varsa lütfen yeniden değerlendirin.”

Yaptığı açıklamanın yeterli gelmediğini anladığı anda soru almadan devam etti. “Yediğim kötü bir yemeğin tadını bir gece de unutabilir ve kötü bir ihtimal dahilinde de olsa en geç ertesi sabah hazmedebilirim ancak sonsuza dek zihninizin içinde anahtarı yıllar önce çok uzak bir denize atılmış kapalı bir sandıkta hep aynı kalmam umut edilerek bekleyemem. Bu fikrin düşüncesi bile ruhumu ürpertmeye yetiyor. Demek istiyorum ki ölmekten korkmuyorum çocuklar. Sonsuza dek o sandığın içindeki adam olmaktan korkuyorum.”

Hayrettin hoca, elleri ceplerinde sıraların arasında dolaşırken ceketinin cebinden gayriihtiyari olarak çıkardığı yağ içerisindeki ve önceden içinde yarısı yenilmiş bir tost olduğunu varsaydığım gazete kağıdını buruşturup çöpe atınca göz ucuyla Murat’a baktım. Haklı olmanın insana verdiği o garip huzur Murat’ın yüzünden okunuyordu. “Sana dememiş miydim?” dedi bir akşamüstü elma bahçesine doğru yürürken. “Yemediği tostun kalanını cebine koyuyor.” “Yine de haklı” diye cevapladım. “Söylediklerinde yani.”

Murat, uzak mahallelerin birinden gelen davul ve sipsinin bir araya gelince oluşturduğu kulak cırmalayan sesi duymuş olacak ki olduğu yerde bir anda dondu. İşaret parmağını kaldırarak daha fazla konuşmama izin vermedi. Sanki daha iyi duyabilecekmiş gibi gözlerini kıstı. Dinledi.

“Hadi gel” dedi beni heyecanla çekiştirerek. Çaresiz peşine düştüm. “Bu sesi nerede duysam tanırım.” dedi sokağı koşar adım geçerken. Gürültüye yaklaştıkça bunun bir düğün olduğunu anladım.

Hiç tanımadığımız bir yerde hiç tanımadığımız bir ailenin düğün yemeğini afiyetle mideye indirdikten sonra elma bahçesinde aslında orada olmaması gereken yaşlı bir çam ağacına sırtımızı dayayıp sigaralarımızı tüttürdük.

Ben ağacın dibine çökmüş yediğimiz kalitesiz düğün yemeğini sindirmeye çalışırken Murat ağacın ortalarına kadar bir maymun kıvraklığında tırmanıp eline, yetişebildiği en büyük kozalağı aldı ve kozalağı elinde bir top gibi sektirirken bana doğru sırıtmaya başladı. “Ne yani?” diye sordu. “Şimdi bu kozalağı olduğum yerden bıraksam senin kafana düşmez mi?” “Tabi ki düşer.” dedim. “Yer çekimi kanunu diyorsun yani?” diye devam etti. Onun konuyu nereye getirmek istediğini hemen anladım.

“Hayır, kütle özçekim çekim kanunu.” diye söze giriştim. Daha fazla anlatmak ve daha uzun bir cümle kurmak için ciğerlerime olabildiğince hava çektim. “Hayrettin hocanın demek istediği…” dediğim anda Murat’ın az önce elinde tuttuğu kozalak rahatlamak için uzattığım bacaklarımın arasına düşüverdi ve tahta yaprakları gecenin karanlığında oraya buraya saçıldı. Murat büyük bir kahkaha patlattı.

“Neden korktun ki?” dedi başka bir kozalağa ulaşmaya çalışırken. “Ben kozalağı bıraktığım anda aşağıya doğru ivme kazanacağını nereden bilebilirim?” diye de alaycı bir şekilde sordu. “Belki yukarıya doğru yükselecekti.”

Murat, az önce nasıl tırmandıysa aynı hızla ağaçtan aşağıya doğru süzüldü ve yanımda bitiverdi. “Ne de olsa hiç bir şey bilinemez.” dedi. Gerçekten ne düşündüğümü merak ettiğinden mi yoksa benimle dalga geçmek için mi bilmiyorum, “değil mi?” diye sordu.

“Kendini beğenmiş.” dedi ben bir süre susunca. Hayrettin hocayı kastettiğini kendi kirli ve çatlamış ellerini incelemeye başladığı anda anlamıştım.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s