Praksis


Yazar: Ömer Gülen

İnsan ile yaşamın ilk-imgeleri arasındaki bağı kopartan bir dünyagörüşü, kültürü yitirmekle kalmaz, giderek bir hapishane ya da bir ahır haline gelir. C.G. Jung

Sıcak bir cumartesi gününün çağrısını görmezden gelemezlerdi. Öğle vakti evden çıktılar. Açık mavi bir gökyüzü üzerlerindeydi. Şehrin siluetine bahardan bir boya sürülmüştü. Kıyıda köşede kalmış toprak araziler yeşillenmiş ağaçlar çoktan çiçeklerini dökmüştü. Güneş bu seneki inadını bırakmış yavaş yavaş gerçek sıcaklığını göstermeye başlamıştı. Şehrin yabancısı değillerdi. Biri hayatının ilk on yılını diğeri son on yılını bu şehirde geçirmişti. Arada gizli bir itiraf gibi sevdiklerini söylerlerdi bu şehri. Belki de neden bu şehri sevdiklerini anlamak için yürüyeceklerdi. Yürüyecekler ve gitmek istedikleri yere onları götürecek bir otobüse binecekler. Oraya gidene kadar da sürekli konuşacaklar. Eskiyi hatırlayacaklar, savaşlardan bahsedecekler, şiirlerden ve bir Japon yönetmeninden İskandinav olan ötekini unutmadan. Onlar yürürken metalik renginde bir araba sonra sarı, beyaz, lacivert türlü türlü arabalar yanlarından geçecek. Motorlu karıncalar mesailerini yol kenarlarında sürdürecek. Onlara doğru koşan küçük bir çocuk gülümsetecek ikisini de. Eczaneyi geçecekler, berberi, beyaz eşya satan mağazayı ve bahçesinin ilk ürünlerini sokak arasında satmaya çalışan bir seyyar satıcıyı. “İnsanca bir şeyler görmek istiyorsak neyin ne olacağı hiç umurumuzda olmadan konuşabilmeliyiz” diyecek biri. Öteki arkadaşının insanca dediği şeye karşı ihtiyatlı “insanı kendi doğası içerisinde tanımak imkansız. Anlaşılması güç insan davranışları gördüğümüzde şaşırmıyoruz bile” diyerek karşılık verecek. “Yine de bir şeyleri yanlış gördüğümüzü konuşmaktan çekinmemeliyiz.” “Konuşulması gereken şeylerle ilgili dünyada bir hassasiyet kaldı mı şüpheliyim. Psikologlar ve nörobiyologlar bilinci piçleştiren vetireyi tamamladılar bence. Baksana her yerde insanlığın sonunu haykırıyorlar. Post-human çağmış, Z kuşağıymış falan. Kapitalizmin sanal oyuncaklarıyız artık. Haa! Dijital dünya içinde konuşmak diyorsan orası ayrı. O bok çukurunda bize de bir yer açarlar elbet.”   

Metro deliğinden çıkmış onlarcası düz bir çizgi üzerinde evlerine dönüyordu. Onlara çarpmamak özel bir yürüme çabası gerektirecek. Bu yüzden konuşmalarını yarıda kesmek zorunda kalacaklar. Susmaktan ikisi de korkuyor. Onların her an bir şeyleri hatırlatması gerekiyor birbirlerine. Kendilerini zamanın içerisinde unutamazlar. Anlık bir suskunluk arasına bütün bir sonsuzluk sızabilir. Kalabalığın seyrekleştiği yerde bir kadın, sırtüstü yatmış iki siyah köpeğin yanlarına çömelmiş tüylerini okşuyordu. Kadının toplanmış sarı saçlarının üzerinde güneş gözlüğü, üzerinde parlak sarı şişme bir mont, altında siyah bir tayt vardı. Metro girişinde dilenen on bir on iki yaşlarında bir çocuk kadının yanına gelerek elini uzattı. Köpekler çocuğa hırlamaya başladı. Kadın kendinden geçmiş halde köpekleri okşamaya devam ediyordu. Bu görüntü soluksuz bırakıyordu taksi durağında bekleyenleri. Çocuk yavaş adımlarla geri geri giderken köpeklerden biri doğrulup çocuğa doğru atıldı. Yaman bir tekme vurdu oradan geçen otuz beşlerinde bir oğlan köpeğin başına. Büyülü bir gösterinin içine bir anda girmiş gibiydi. Kadın kalktı, oğlan geri adım atmadı. “Siz insan olamazsınız” dedi kadın. Oğlan çocuğa baktı, köpeklere baktı, kadının güzel yüzüne baktı. Hepimiz oğlana baktık. Dalıp gitmiş gibiydi. İstanbul’un bir sahil kentindeydi, bir parkın içinde. Oradayken, çoktan unuttuğunu zannettiği bir konuşmayı hatırlıyordu şimdi.

“Arkadaşlar biz bu köpekleri sevdiğimizden evimizde bahçemizde beslemiyoruz. Bir alt sınıf var. Hani fakirlik kokuları uzaktan gelip rüzgarla beraber burnumuzu yalayan. Bu koku öyle güzel bir koku ki hazdan gebertir insanı. Bu kokuyu her duyduğumda tanrılığa bir adım daha yanaştığımızı fark ediyorum. Sizce de öyle değil mi? Bunların açlıktan kokan nefesleri bize güç veriyor. Geberiyorum mutluluktan. Ne mutlu ki okuyacakları kitapları izleyecekleri filmleri satın alacakları boktan yiyecek ve içecekleri biz belirliyoruz. Muhafazakarları da hayatımıza özendirerek yanımıza çekmeyi başardık. Bakın Beykoz’a Çengelköy’e.. Orada oturanlar da bu köpeklerden besliyor ve evlerinin bahçesine koyuyorlar. Neden peki? Çok güçlü alarm güvenlik sistemlerimiz mi yok sanki? Hayır! Bu köpeklerle onları korkutacağız. Çocuklarımızın eline bu köpekleri verip bu yaratıklara saldırtacağız. Hatta inanıyorum ki o günler de gelecek ve o zaman gelince bunları sokağa bırakıp alt sınıfa düşürdüğümüz orta sınıfı da parçalatacağız. Geliyor gelmekte olan dostlar. Efendimizin ruhuna kaldırıyorum kadehlerimizi.”  

Uzun zaman sessizce kadına bakan oğlan “Sizi tanıyorum” dedi. “Neden örgütlendiğinizi, amacınızı biliyorum. Sizler can sıkıntısından geberen çoğunluksunuz. Köpekleşmiş kalbiniz var. Kendi türünüze duyarlı. İnsanların yoksulluğu umurunuzda değil. Hazdan delirtiyor şu kerberoslar sizi. Onları kendi bencil dünyanızı tatmin etmek için besliyorsunuz, korunaklı duvarlarınız için. Beslediğiniz köpeklerin insanları parçalamasından memnuniyet duyuyorsunuz. Hasta ruhlarınız, alt sınıf olarak gördüğünüz insanlara merhamet göstermeyecek kadar duyarsız. Binlerce insanın çöpten yiyecek topladığı bir yerde milyonlarınızı köpek mamalarına harcayabiliyorsunuz. Sizler insan sınıfına ait değilsiniz. Dr. Philip Philipovich’in laboratuvarından kaçmış yeni bir türsünüz.” Kadın şaşkın oğlana bakıyordu. Gerçekte bu sözler kendi dünyasına ait olmalıydı. O an köpeklere baktı, kız çocuğuna baktı. O da mı dalıp gidecekti. Uyanış saati miydi? Neden kimse omuzuna dokunmadı. Oğlan dönüp gitti. Otobüsümüz de kısa zamanda durağa girmişti.

Bindiğimizde otobüs kalabalık değildi. Ayakta bir iki yolcu vardı ama oturmak istemedikleri için. Biz de otobüsün orta yerindeki boş alana doğru yanaştık. Bir sonraki durakta iki kişi daha otobüse bindi. Uzun kıvırcık saçlı lise yaşlarında genç bir oğlan ve otuzlu yaşlarda bir kadın. Kadın ön taraftaki boş koltuğa oturdu. Çantasından telefonunu çıkarıp oracıkta kayboldu. Oğlan arkaya koşar gibi yürüdü. Çantasını yere bırakıp üzerinde bolca duran montunun cebinden telefonunu çıkarıp kadınla aynı yokluğun içine doğru yuvarlandı. “Beş durak kaldı, beş durak sonra ineceğimiz durağa gelmiş oluruz.” Gidecekleri yerde ne yapacaklarını onlar da bilmiyordu. Bu şehirle tuhaf dostlukları vardı. Pis semtlerini ve temiz semtlerini, pis insanlarını ve temiz insanlarını bir neden bulup seviyorlardı. Bu nedenle nereye gideceklerini pek de umursamıyorlardı. Otobüs bir durağa daha yanaştı. Yeni yolcu yok, inen bir kişi. Dört durak sonra ineceklerdi artık. Zihinleri a priorik bir sıra düzeni içerisinde sayıyordu durakları. Aniden bir karar verseler ve üçüncü ya da dördüncü durakta inseler kendilerini nasıl bir çıkmazın içerisine sokacaklardı acaba. Belki de bütün bir yıkıma uğrayacaklardı. “Hayatın bir kaç saniye sonrasını bilmemek ne büyük bir özgürlük” deyiverdi birisi. “Tanrıya rağmen” dedi ötekisi. Otobüs bir başka durağa yaklaşırken, birinin hızlıca durağa doğru koştuğunu gördüler. Şoför de görmüş olmalı ki aniden yavaşlayıp geçeceğini düşündüğümüz durağa yanaştı. Adam otobüse yetişti, açılan kapıdan otobüsün gideceği yeri sordu. Binmekten vazgeçti. İnen de olmadı. Son üç durak.  

İçerisi iyice ısınmıştı. Bir kadın açık mavi gömleğinden bir düğme çözdü. Elini yüzüne doğru yelpazeleyerek ferahlamaya çalıştı. Otobüsün içi grup bilincine uyanır gibi sıcaklığa karşı tepki vermeye başlamıştı. Kadının cesur hareketine bir başkası camı aralayarak karşılık verdi. Şimdi iki kişiydiler. Yeleğini çıkaran çocukla birlikte sayı üçe çıktı. Genç bir kız yanındakine “yaz sıcakları geldi artık” deyince dört kişi oldular. Yanındaki “nihayet” deyince sayı beşe ulaştı. Biz bu grubun içerisinde görünmeyi istemediğimizden geri dönüp camdan dışarıyı izlemeye başladık. İkimizin alnında ter birikmişti ve bedenimizin bu rahatlama biçimi bizi bu gruba dahil eder miydi bilmiyoruz gerçekten.

Otobüsün gidiş yönünün tersine bakan koltuklarda oturan biri yerinden kalkarak kapıya doğru yanaştı. Yüzünde bir tebessüm vardı sanki. Düğmeye bastı. Otobüsün duracağı son ana kadar kımıldamadan ayakta bekledi. Beklerken de bir iki defa şaşkınca arkaya doğru baktı. Kapı açıldığında dikkatlice aşağı indi. Daha kapı kapanmamıştı ki eliyle kendini yelpazeleyen kadın “haysiyetsiz herif” dedi. Kadının sesindeki fısıltılı ton bütün otobüsün içerisine yayıldı. Şoför bile dikiz aynadan kontrol etti içeriyi. Yanında oturan adam biraz da çekinerek, “bir şey mi oldu hanımefendi” dedi. Kadın, “az önceki adam alenen taciz etti beni.” Adam şaşkın, “rezalet” dedi. Herkes gibi biz de konuşmalarını duyuyorduk. İnen adamın yanında oturan sakallı yaşlı bir amca, “kızım yanlış anlamış olmalısınız” dedi. “Adam inene kadar göğüslerime baktı resmen, neyi yanlış anlamış olabilirim acaba!” Yaşlı adam sessiz “tövbe tövbe.” Yaşlı adamın bu sözü yan yana oturan ve az önce gruba en son dâhil olan üniversiteli kızların canını sıkmıştı. “Amcacım siz niye karışıyorsunuz, kadın bir taciz var dediyse doğrudur.” Erkek olan bir başka yolcu “olan olmuş, adam burada olsaydı haddini bildirirdik ama indi şerefsiz” dedi. “Fesuphanallah.” Yaşlı adamın bu sözü kızları iyice çileden çıkarttı. “O tacizciyi ve onları savunan herkesin haddini bildirmeliyiz.” Yaşlı adam, “kızım taciz falan yok.” Kızlardan biri fısıltıyla: “yaşlı köpek.” Arkada tek başına oturan bir kadın kıza bakarak “terbiyesiz” dedi. “Siz ne karışıyorsunuz, hanımefendinin halini görmüyor musunuz?” “Evet görüyorum, ona yapılan çirkin bir şey ama yaşlı bir adama söylediğiniz daha çirkin.” “İşine bak, işine bak.” Otobüs ikinci durağa yanaşıp bir yolcu aldı. Duraktan ayrılır ayrılmaz tacize uğradığını iddia eden kadın yaşlı adama bakarak “Sizin gibiler yüzünden başımıza geliyor bu şeyler” dedi. Kadının bu sözü kızların hoşuna gitmişti. Bizim yanımızda ayakta bekleyen bir oğlan kadına dönerek “sakin olur musunuz, amcanın ne suçu var” dedi. Yaşlı adam yine “evladım taciz falan yok.” Yaşlı adamın inadı kızları iyice çileden çıkarttı. Biri ayağa fırlayıp “bir kadın tacize uğradığını söylüyorsa orada iş bitmiştir” dedi. Yaşlı adam “kızım taciz falan yok neden anlamıyorsunuz. Adamın kör olduğunu fark etmediniz mi? Otobüse ben bindirdim onu. Yoksa tanımam etmem. Kadın bir şey söyledi diye söyleyemedim utanır diye. Ama sizin utanmanız falan kalmamış” dedi. O ana kadar konuşmaları sessizce dinleyen ileri yaşlarda bir kadın da “ayıp gerçekten” diyerek rahatsızlığını göstermiş oldu.

İneceğimiz durağa gelmiştik. Amca da bizimle aynı durakta indi. Halinde ne bir heyecan ne de kızgınlık vardı. Güneşli bir cumartesi günü için hepimiz kendi dünyamıza özgü rollerin peşindeydik. Yaşlı amca bu görsel şölenin dışında kalmıştı. Kim bilir hangi eski dostunu ziyarete gidiyordu şimdi. Bu yaşadıklarını anlatacak mı gittiği yerlerde bilinmez. İki arkadaş dünyayla ilgili birçok meseleyi tekrar tekrar konuştu. Gerçekten faydasız şeyler miydi konuştukları? Onları dinleyecek olan kişiler için gülünç bile olabilirlerdi. Eve dönüş yolunda (-ki yürüyerek dönüyorlar) bir tek şeyi çok güçlü hissediyorlardı. Bedenlerinin yorgunluğunu ve bu yorgunluktan dolayı mutlu olduklarını.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s