Yazar: Feyza Nur Yıldız
Dünya üzerinde ilerliyordum; A şehrinden B şehrine değil. Saatler gidip, aştığımız mesafelerden sonra burada yaşayan, bilmediğimiz, tanımadığımız insanların hayatlarına dalıyordum. İlk kez adım attığım bu yerler karşısında heyecanlanıyor, her farklı yer gördüğümde, her farklı insan tanıdığımda, farklı bir dünyanın kapılarının açıldığını hissediyordum. Bir ülkenin sınırından, diğerinin sınırına adım atarken, dünyadaki bütün sınır kapılarının, alınması gereken izinlerin gereksizliği ve anlamsızlığının farkına vardım.

Cezayir’e tam alışamamışken, insanlar çöle tek, kız başınıza gitmek tehlikeli dese de çılgınlık yapıp arkadaşımla hemen bir tur ayarlayıp yolculuğa çıktık. Turların içinden en ucuzunu bulduğumuz için biraz tedirgindik. Nasıl bir otobüs gelecek? Turdaki diğer insanlar nasıl? 12- 13 saat otobüs yolculuğu nasıl geçer? Aklımızda bir sürü soru işareti vardı. Buluşma alanına gittik lüks bir araç bizi karşıladı. Bizim için büyük mutluluk oldu. Turdaki insanlar da gayet samimi içten insanlardı. Aile olarak, arkadaş grubu olarak gelmişti herkes. Biz de arkadaşımla İngilizce, Arapça olarak onlarla anlaşmaya, muhabbetlerine dâhil olmaya çalışıyorduk. Aynı dili konuşmadan da insanların, Müslümanların ortak değerleri sayesinde gülüp, paylaşımda bulunabildik. Farklı kıtadan insanlarla aynı sofraya oturmanın, birbirini anlamaya, birbirinin kültürünü tanımaya çalışmanın tadı bambaşkaymış.
Gezi noktamız olan Beni Abbes’e ulaşmıştık. Saoura İncisi ve Beyaz Vaha olarak da adlandırılan bu kasaba, nehir vadisinde yer alıyordu. Kasabada en büyüğü palmiye korusunda olmak üzere 7 kale bulunuyordu. Adını kasabanın ilk sakinlerinin kabilesinden alan Beni Abbes Abbas’ın Çocukları anlamına geliyor.


5 günlük katıldığımız turda çeşitli aktiviteler vardı ve verdiğimiz ücrete dâhildi. Deve turu, safari, yemekler, çadırda eğlence, müze ziyareti… Konak tarzı bir otelde misafir olduk. Yemek vakitlerinde herkes hazırlanıyordu ve avlu gibi bir yerde toplanıyorduk. Onlar kahvaltıda naneli yeşil çay, kahve ve tatlı aperatif şeyler yiyorlar. Biz de mutfağa girip krem peynir isteyip, domates kıyıp ekmekle yiyorduk. Mutfakta çalışan ablalar da bu davranışımızı samimi güler yüzle karşılıyordu. Konaktan çöl kısmına gitmek için sabırsızlanıyorduk. Safari yapacağımız pikaplara binip çöle gittik. Rüzgârla mücadele halinde olsak da aksiyonlu güzel bir yolculuk olmuştu. Araçlardan inince herkes çocuk gibi şen etrafa dağılmıştı. En çok da arkadaşımla ben şendik sanırım. Onların tekrar gelme ihtimalinin yüksek olmasından mı ya da bizim kadar anlam yüklememesinden mi bilmiyorum ama bizim mutluluğumuzun onlara abartı geldiğini hissediyorduk. Kuma sevdiklerimizin adını yazıp fotoğrafını çekiyor, kendimize güzel pozlar ayarlamaya çalışıyorduk. Manzara o kadar güzel ki ayriyeten bir çabaya girmek gerekmiyor. O anki kızıllığa teslim olmuş duruşun, mutluluğun, güneşin yüzünde bıraktığı parıltı her şekilde güzel yansıyordu.
Bize gelmemiz için sesleniyorlardı ama biz biraz daha vakit geçirelim istiyorduk, tekrar geleceğimizi söyleyip bizi ikna etmişlerdi. Bazı durumlarda dil bilmememizi, onlardan yabancı olmamızı avantaja dönüştürüyorduk. Anlamıyoruz, bilmiyorduk deyip durumu idare etmeye çalışıyorduk.
Daha sonra eğlencenin yapıldığı, akşam yemeğinin yenileceği alana gittik, internetin çekmemesi faydamıza olmuştu. O an ki heyecanımızı paylaşmak için telefonlara sarılabilirdik ve yaşadığımız o heyecanı bile kaybedebilirdik. Akşam olmak üzereydi. Ateşler yakıldı. Sandalyelerle herkes ateşin etrafına oturdu ve muhabbet ediyorlardı. Kendi adetlerinde olan şeyleri bize anlatıyorlar, eğlencelerine bizi dâhil ediyorlardı. Yemeği toprağın altına gömdüler, sabırsızlıkla onun pişmesini bekliyorduk. Yemekten sonra çaylar içildi. Şehrin yerlisi olan müzik grubu tara, kallal adlı vurmalı çalgıları eşliğinde geleneksel şarkılarını söylediler. Danslar edildi. Benim içinse o akşamın en güzel kısmı gecenin karanlığında ve sessizliğinde yıldızları seyredip hayale dalmak oldu. ‘’Çöl, insanların yüreğini hayallerle doldurur.’’ diyordu bir amca Simyacı kitabında. Biz de o an hayallere dalıp, mest olmuştuk.
İnsan o an bitsin istemiyor. Kendi şahit olduğu güzelliklere sevdikleri de şahit olsun, onlar da bu duyguları yaşasın istiyor.
Artık çadırın olduğu eğlence alanından ayrılmak için otobüslere binmiştik. Turdaki görevliler bizim ayrı bir araçla gelmemiz gerektiğini söylediler ve otobüsten indik. Saat epey ilerlemişti. Esrarengiz bir hava vardı. Ne olduğunu bilmiyorduk. Anlamadığımız her olay da bize esrarengiz görünüyordu sanırım. Sonra jandarmaya (الدرك) gittik. Meğer yabancı olduğumuz için bir şehirden bir şehre geçerken bunu bildirmemiz gerekiyormuş. Bizim bundan oradayken haberimiz oldu. Kısa işlemleri halledip kaldığımız yere geri dönmüştük. İstihbarata önem veren bir ülke olduğunu duymuştuk, her yerde polis, jandarma görüyorduk. Fotoğraf çekmek istediğimizde polis buna şahit olursa hemen nedenini soruyordu.
Yine bizim için değişik bir anı oldu. Biz Beni Abbes’deyken Afrika liginde Cezayir ve Fas’ın maçı vardı. Herkes ekranlara kilitlenmiş, heyecanla maçı takip ediyordu. Stresli bir maç oluyordu. Biz arkadaşımla gülmeye bile çekiniyorduk yanlış anlaşılmamak için. Bu maç onlar için harp gibiydi, sonucunda kazanırlarsa büyük bir zafer olacaktı. Diğer yazımda bahsetmiştim Cezayir- Fas arasındaki durumdan. Bunun sebebi ondan başka bir şey değildi. Maçı kazandılar. Herkes sokaklara dökülmüş, meşaleler yakılmıştı. Biz de kendimizi son ses marşlar eşliğinde one two three viva l’Algeria derken bulmuştuk. Arada coşkulu Türkçe müziklerden de açıp kendimize o sevinçli andan pay almaya çalışıyorduk. Durumun abesliğini sonradan idrak ettik ama artık geçmişti. O an onlarla aynı heyecanı sevinci paylaşmıştık. Bizde her sofrada nasıl siyaset, sağlık konuşuluyorsa orada da maçların konuşulduğuna şahit oldum. 7’den 70’e kadın erkek herkes bir fikir sahibiydi.

Gezi sadece turistik olma havasından çıkmış ve oradaki günlük yaşama eşlik etmeye başlamıştık. Şehir gezimizde yol kenarlarında hurma ağaçlarına rastlıyor, bize eğilmiş dallardan nasibimize düşeni alıyorduk. Çölü görmek ayrı nimet, çölden sonra hurma ağaçlarına, vahaya kavuşmak da ayrı nimetti.


Gezerken rehber şehrin tarihinden, yapıların öneminden bahsediyordu. Şehir gezisinde, dostlarımız için küçük hediyelikler aldık. Çölde de fiyatlar, her turistik yerde olduğunu gibi şişirilmiş, o yüzden alışverişimizin çoğunu Algeria başkentten yapmıştık. Çölde gittiğimiz çoğu yerde sıcak fıstık bulabildik yeşil naneli çaylarının yanında güzel gidiyordu. Son gün Beni Abbes’den Taghit’e gittik. Orası da çok güzeldi. Yöresel bir mekânda Tajin bezelye yemeği yedik, herkes birbirine aldığı yemekten ikram ediyordu. Hoş bir alış veriş ve muhabbet olmuştu. Yola çıkmadan önce Cezayirli bir teyzeyle pazarı gezdik. Benden, bizden o kadar güzel bahsediyordu ki yanında mahcup bir şekilde yürüyordum. Bizim için birkaç yolluk ikramda bulundu. Sonrasında yola koyulduk herkes yorulmuştu artık. Arapça-Türkçe şarkılar eşliğinde yolculuğumuzu tamamladık. Yine tahmin etmediğimden güzel anlar yaşamış, güzel insanlarla karşılaşmıştım.



Benim ilk çöl, safari, deve tecrübem Ürdün’de Vadi Rum’da olmuştu. Bir günümüz vardı ve kayaların üzerine uzanıp gözümü kırpmadan yıldızları seyretmiştim. Sabahın ilk ışıklarında, gün doğumunda safari yapmıştık. O günler benim için rüya gibiydi. Çöl insanını ilk orada görmüştüm. 1 gün kalmıştım ama etkisini 4 senedir hissediyorum. Bu sefer de 5 günlük bir çöl tecrübem oldu. Etkisi bende uzun süre devam edecek biliyorum.
Uçsuz bucaksız, kum tepeleri, kızıllığıyla insanı büyüleyen bir tınısı var. İnsana kendini bu kadar iyi hissettiren başka yer var mı bilmiyorum. İnsanı terbiye eden, ruha iyi gelen bir yönü var… Tefekkür etmek için çok güzel bir mekân. Orada da gördüm ki çöl aceleye gelmiyordu. Çöldeki insanlar bizler gibi her olaya koşar adımlarla gitmiyordu. Çöl insana sabrı öğretiyor. Kumda adımlarımızı ağır ağır atmak durumunda kalıyorduk. Çölde namaz kılmak bile sanki insanı hâkimiyeti altında bulunduğu tüm yaratılmışlardan, nesnelerden sıyırıyordu ve sadece yaratana yönelmenin manevi hissiyatını yaşatıyordu insana. Peygamberlerin ve sahabilerin ibadetlerindeki samimiyeti yaşamaya çalışırcasına bir çabaya giriyorduk. Yine bir namaz vakti çocukların, gençlerin, yaşlıların omuzlarında, başlarında seccade namaza gittiği güzel görüntülere şahitlik ediyorduk.


O yüzden insan buradan ayrılırken zorlanıyor. Dönünce bizi hangi karmaşanın, hangi telaşların beklediğini biliyoruz çünkü. Her şey çok kalabalık, çok gürültülü şimdi. Ne çöl, ne ada kaldı. Oysa ihtiyaç duyuyoruz inzivayı yaşayabileceğimiz bu nadide yerlere. Dünyayı anlamak için bazen ona sırtımızı dönmemiz gerekiyormuş gibi hissediyorum. Tamamen olmasa da çocukça bir küsüşe ihtiyacımız varmış gibi. Benden aldıklarını verene kadar seninle konuşmayacağım deyip yine kendimiz döneceğiz yüzümüzü ona. Geçen zaman zarfında bize geri bir şey vermeyecek belki ama bizden aldıklarını düşünmek, fark etmek bile yetecek o an bize. Çöl de sanki tam böyle bir yer gibi. Dünyadaki diğer yerlere küsmüş gibi.