Yazar: Müfit Selim Saruhan
Yaklaşan trenin sesini duyunca hızlı adımlarla merdivenlerden inmeye başladı. Birden önünde yaşlı bir çift belirince onların rahat inmesi düşüncesiyle yavaşladı. Perona indiğinde tren kapılarını kapamıştı. Karşısındaydı ama binemiyordu. Buna yetişmek iyi olacaktı diye düşündü. İki dakika sonra da başka bir tren gelecekti. Bunu kaçırdığına mı üzülmeliydi bir sonrakine yetişeceğine mi sevinmeliydi, kaçırdığı trenin önündeki trende de olabilirdi. Beklediği tren geldiğinde bunu da gönüllü kaçırıp en arkadaki trene de binebilirdi. Hayata, tercihlerimize, umduklarımıza, bulduklarımıza ne kadar benziyor bir vagona binmek veya binememek diye düşündü.
Yeni gelen trene bu kez öncesinde beklediği için binebildi. Yorucu bir gündü. Günlerin yorucu olmayanı olur mu, bilmem ama ne kadar çok cevapsız sorular içinde yaşıyorduk. Neden yüzyıl önce değil de şimdi bu anda yaşıyoruz? Yüzyıl önce yaşamadığımıza dair bir özlemimiz yokken yüzyıl sonra olmayacağımıza dair onlarca korkularımız var. Dünya akıp gidiyor. Kimi bir saniye yaşarken, kimi bir gün, bir diğeri de yüz yıl yaşıyordu. Kimi görmeden, duymadan yürüyemeden, konuşamadan yaşıyorken; kimileri de sağlıklı bir bedenle intihar ediyor yaşamayı başaramıyordu. Kimileri görmeden, duymadan, elsiz ve kolsuz, hayata dört elle sarılıyor ve yaşama sevinci taşıyordu.
Bir yolculukta idik. Yol nerede son bulacaktı? Yol, sadece yürümekten ibaret değildi. Yemek ve barınmak ihtiyacı da vardı. Herkes sıcak evlerindeyken evsizlerin kışın donduklarını da görüyorduk. Öyle ya da böyle bu dünyada yaşamanın ekonomik bir bedeli vardı. “Coğrafyanın kaderimiz” olduğunu söyleyen düşünürlere bakacak olursak hayata kimileri olumlu veya olumsuz şartlarda başlıyordu. Olumlu şartlar insanın tercih ve tutumlar ile olumsuza, olumsuz şartlar da olumluya dönüşebiliyordu?
“Olumlu veya olumsuz şartlar nedir ki?” diye şerh koydu kendi düşüncelerine. “Çölün sıcağında yaşayan bir çocukla, kutuplarda yaşayan bir çocuk için hangisinin ortamına olumlu veya olumsuz diyeceğiz?” Herkes için içinde doğduğu şartlar normal olandır. Peki, çölde veya kutuplarda doğan çocuğun adaleti, merhameti, sevgiyi fark etmesi aynı ölçüde midir? Güneş ışınları ve yıldızların konumunun insan kişiliğine etki yaptığına dair ortaçağ karakter teorilerindeki iddialara bakacak olursak coğrafyanın kader olması bir yana evren bir kaderdir.
Kimi bir dağın başında, kimi bir ormanda, kimisi bir okyanusta ölüyor. Kimi depremlerde, çeşitli felaketlerle binlerce kişi ile ölümü deneyimlerken kimi de tek başına ölüyor, öldüğü bile duyulmuyor. “İyi ki geçen yıl ölmemişim?” çünkü “Bugünkü bilincimde olmazdım” dedi. Sonra huzursuz oldu, “Ya bugün ölürsem, kaybedeceğim veya ulaşamayacağım nice anlamlar, açılımlar olmayacak mı?” Kur’an’dan “bu dünyada aydınlanmayan ahirette de aydınlığa kavuşamaz[1] ayetini hatırladı.
İnsan; korku, umut ve alışkanlıklar varlığıdır. İnsanın bu dünyada tüm yapıp etmelerinin kaynağında bunlar belirleyici olmaktadır. Bunların etkisindeki bir hayatta, insanın gerçek benliğini ve şahsiyetini bulması oldukça güçleşmektedir
Dışarda hep güneşli hava olmuyor. Yağmur, kar ve fırtına… Doğa bize doğallığını sunuyor. Hiçbirimiz doğanın değişkenliğinden umutsuzluğa kapılmıyoruz. O halde hayatımızın değişkenliğinden de umutsuzluğa kapılmayalım.
Hayatın her yaşta idraki farklıdır. Bir şehri ilk kez görmenin derinliğiyle, birkaç kez görmenin farkı açıktır. Biz bu dünyayı keşfe koyulduk, ama kendimizi tanımıyoruz. Tanıdığımızı sandığımız anda yine bir hayal kırıklığı yaşıyoruz.
Çocukken çok soru sorulur, ama bu sorular özden gelen sorulardır; çileden, acıdan, ayrılıktan, korkudan nasiplenmiş sorular değildir. Her duyguyu ancak yaşayarak tüketebilirdik. “Ah şu kalabalıklar bir o taraftan, bir bu taraftan. Acaba kalabalıkta ölmek mi yoksa yalnızken ölmek mi daha az acı verir?” diye düşündü, sonra “Ölüm varsa acı yok, acı varsa ölüm yok” diye mırıldandı.
İnsan kendisiyle, özüyle konuşmayı başardı mı, varoluşun huzurunu duyar, varlığın lezzetini tadar. Yaşayışın anlamını kavrar ve hatta ölümün ürkütücülüğünden sıyrılarak onu da sevgi ve bilinçle deneyimlemeyi beklemeye koyulur.
İnsanımız mutsuz. Herkes mutlu olmak için çabalıyor. İnsanların gözünde mutluluk için; ekonomik refah, sağlık, kendisine değer veren iyi bir çevre, isteklerini gerçekleştirme gibi etkenler gerekiyor.
Lezzetler bizi mutlu kılabilir bir süre, ama lezzetler çabuk tadıldıkları gibi çabuk da terk eder bizi. Bu dünyada insanlar olarak yaşamadığımız duyguları tüketmekle meşgulüz. Soğuk sıcağa, sıcak soğuğa dönüştüğü gibi bizler de duygular ülkesinin korku ile umut istasyonu arasında gidip gelen yolcularız.
Sabah uyandığımızda umutlarımızla hayata tutunuyoruz, ardından bir öğle vakti duyulan bir haber, şahit olunan bir olay bizlere korku veriyor. Belki akşama doğru tekrar umutla buluşuyoruz. Hicretimiz hiç bitmiyor korku şehrinden umut şehrine…
Mutluluk, her istediğimizin gerçekleşmesi değildir. İhtiyaç ve eksiklerimizin hep olması en doğal olanı, böylece kendimizi tükenmiş ve doyumsuz hissetmeyiz. Elbette ihtiyaçlarımızı giderecektik, ama ihtiyaçlarımızı giderirken tükettiğimiz şey kendimiz olmamalıydık.
Sevdiklerimizi sonsuza dek koruma gücüne ve her istediğimizi gerçekleştirme yetisine sahip olmadığımızı biliyoruz. Burada üzerinde düşünmemiz gereken husus, sevdiklerimizin kimler, isteklerimizin ise neler olduklarıdır. Ne kadar çok bağımlılıklarımız var. Beş duyu insana lezzet sağlar. Duymak, görmek, tat almak, dokunmak bir lezzettir. Fakat bu duyuların bize sunduğu lezzetleri ne kadar koruyabiliriz? Bunlar kısa süreli duyumlardır. Bir de aklımızın lezzetleri vardır. İnanç, bilgi, sanat, dostluk, sevgi, paylaşma gibi.
Kendimizle baş etmek, kendimizi kazanmak. “Bütün dünyayı kazanıyoruz belki, ama en çok ihmal ettiğimiz yine de kendimiz” diye düşündü. Savaşmaya başlamadıysak zaten her şeyden şikâyet ederiz. Ne kadar çok şey istiyorduk. Gerçekten ihtiyacımız olduğu için mi yoksa doyumsuzluk mu istetiyor? Ömrümüz boyunca hep bir şeyler istiyorduk, ama isteklerimiz gecikiyordu. Ne zaman sükûneti öğreniyorsak o zaman her şey yoluna girmiyor muydu? Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1780), bu sırrı ne derinden hissetmiş ve yakalamış ki “Bir işi murad etme, olduysa inat etme” demektedir. Akışa bırakmak gerekiyordu her şeyi…
Sadî-i Şirazî (ö.1232);
Bir ömür daha gerek öldükten sonra
Çünkü bu ömrümüzü sadece dileklerimizle geçirdik
derken önemli bir gerçeğe işaret ediyordu. İsteklerimizin esiri olup bu dünyayı hakkıyla yaşamayı kaçırdık. (Bu metnin bir bolümü şu eserden hikâye için uyarlanmıştır: Müfit Selim Saruhan, Var Ol, Varoluş Yolculuğu, Fecr Yayınevi, Ankara 2020)
Kâğıda ve kaleme sarıldı. İlham, kaçan bir vagonun ardından onunlaydı.
SESSİZLİĞİ DİNLEDİM ARI KOVANINDA
Sessizliği dinledim bir arı kovanında
Buz tutmuş sarkıtlardan bal devşirirken
Nefesin daraldığı bir dehlizden daldım yokluğa
Korktum gözlerimi kapamaya
Uçurumun yarısında karşılaşınca yarla
Düştüm eski bir şehre
Yıkık duvarlar kurumuş nehirler
Keşif bekleyen nice metruk şehirler
Her güzellikten yara almış
Rüzgar ve başaklar
Yeni sakinleri ruhsuz şehrin
Başak direniyor rüzgâr örseliyor
Sessizliği dinledim köhne değirmende
Öğütülmüş hasretlerimi ıslattı yağmur
Direnmedim öğütlenmeye
Mezardan el açmış kemikten
Umudunu yitirmemiş dirilmekten
Sessizliği dinledim demircinin tavında
Kulağımda yitik koyunların çıngırağı
Yanı başımda hayaletlerin kutsal sunağı
Çok yorulmuş riyakâr öpülmelerden
Yokluğumu hatırlamıyorum ki varlığımı unutayım
Bir kuyudan su çektim
Titredi yüreğim
Yıllardır içilmemiş
Bir eşik ki geçilmemiş
Yürüdüm dar sokaklarında kapısız şehrin
Ruhumun zamansız koridorlarında
Dudağıma batmış çivilerle
Sessizliği dinledim arı kovanında
Tren yoluna devam ediyordu. Düşününce yol çabuk bitiyor diye mırıldandı. Ya hayat niye sevinçlerle kısa üzüntülerle uzuyor? Treni yakaladığına sevinenler neyi kaçırmış olabileceklerine üzülmeliler mi?
[1] İsra,17/72
Sadî-i Şirazî (ö.1232);
Bir ömür daha gerek öldükten sonra
Çünkü bu ömrümüzü sadece dileklerimizle geçirdik…
Bu söz ne kadar öz olmuş.
Emeğinize sağlık.
İstek ve beklentilerini yaşamın merkezine yerleştiren bizlerin içine düştüğü handikap ne kadar güzel ifade edilmiş.