Yazar: Ş. Gül Tiraki
Bir ben var benden içeri. Biri kök salmak ister gibi kalmanın yakasına ilişir. Diğeri ise rüzgarın büyüttüğü bir fırtına gibi yakamı yakar yıkar. Biri benliğimi güçlüklere karşı koruyacağına dair vaatlerle süsler. Anaç tavrı ile beni büyüler de büyüler. Kollar beni, tüm kalanların kabul etmek zorunda kaldıkları viraneliklere karşı. Ama içimde bir ben de vardır ki kalp ve göz arasında kapar beni bu korunaklı benlikten. Hiç sarıp sarmalanmamış gibi iter kakar. Bedenimle bir olur acı ve azap verirler bana. İçimin bu tenakuzu nasıl taşıdığını bir türlü bilemem, aynı bu tenakuz arasında ne yapacağımı bilemediğim gibi.
An, içime bir harp verir. Yüreklerin vuruşup gözlerin hep ardı sıralı kaldığı bir savaş… Kimin haklı kimin haksız olduğu bilinmeyen ve bilinmezliğin verdiği bir hınçla vuruşur içimdeki bu tenakuz. Harıl harıl ilmek dolanır yüreğimin etrafına. Dokunmak için gerer beni. Titretir aciz bedenimi. İçimdeki fırtınanın savurması yetmiyormuş gibi. Titremem arttığında anlarım ki bu, fırtınanın kazanacağının sesi. Bu dirayetsiz bedenim ona hınç dolu sualler sorar: Ne için böyle yaparsın benliğim? Nedir bu harap halin? Kalmanın bedelini mi göstermek istersin yoksa gitmenin sancısını mı verirsin? Her ne için yapıyorsan bu tenakuzu ne olur dur! Ömrümü gitmenin ve kalmanın içresindeki ilmeğe kaptırdığımdan beri kalbim acıyla dokunur. Dokunana bakarım harap. Dokuyana bakarım harap ve ilmeğe bakarım o da harap. Bir harbin ortasında haraplığın harıyla kıvranırım içimdeki küçük muayyen mündemiçlerle…
Peki, dokunanı anlarım da ilmeğin haraplığını anlamam. Ey içremdeki benlik, ilmeğin neden harap! Bana dokunmaktan mı yoksa bu ilmek kimi dokusa onu mu harap etmekte… Sızla içimdeki sızla da bir cevap ver! Beni sızılı bırakma bu harbin ortasında… En çok sen dokursun beni büyük bir korla. Ses yoktur içremdeki kalmadan. Savaşın başındaki anaçlığı şimdi hain bir kardeşe dönmüş olur. Beni kendi elleriyle sana iter. O sıcacık kucaktan çıkan bedenim bu soğuk ve keskin fırtınanın sürüklemesiyle parça parça olur. Parça parça olduğumu görür de yine sükunete gark olur. Sanki hiç savaşmamış gibi. Sanki hiç bana kalmayı sevdirmemiş gibi… Kalmaların beni yetim bıraktığından mesut olan fırtına içimde yeller estirir. Gürültüsünü doldurur içime. Gürültünün doluşu sızı bırakırken kalmanın sesi sedası çıkmaz. Gürültü kaplı bedenim savrulan benliğimle raks eder galibiyetlerini kutlarlar. Ben ise yine yine dönüp bakarım kalmaya. Ta ki gözüm gönlümden önce ardımdakini bırakana kadar…
Savrulan benliğim kollanan benliğimden çok ileride. Şimdi hiçbir metanetli kalış kurtaramaz bu fırtınalı gidişi ve hiçbir anaçlık durduramaz bu yetim gidişimi. Artık içremdeki bu ikilik sökük aralığını epey açtı. Kalmanın intibakını seyretme vakti geldi. Alnıma yeni kırışıklıklar eklenmesin diye savrulma zamanı geldi. Beceriksiz söküğüm ilmekten payını aldı diyerek kendimi telkin ve teskin ederim. Gitmenin gururunu, madalyon gibi taşımaya çalışırım sökük yüreğimde. Fırtınaya kaptırırım kendimi sessizce. Madem kalmanın sessizliği benliğimi götürüyor ben de sessizce giderim tüm gitmelerin gürültüsünü içime bastırarak.