Bitecek Olan Şeyin Sevinci


Yazar: Ömer Gülen

“İlkesizliğin, bilgisizliğin ve görgüsüzlüğün tarihimiz boyunca en yüksek mevkileri işgal ettiği, en yüksek ödülünü aldığı, en yüksek itibarı gördüğü günleri yaşıyoruz.” Edebiyatın Hayatımızdaki Yeri Neresi

Dünyanın sonunun yaklaşmakta olduğunu bir ilahiyatçıdan ya da felsefeciden işittiğimizde ‘bu adamların hiç bıkmadıkları sona dair hikayeleri deyip’ işimize devam edebiliriz ama bu sözü Elon Musk gibi mücella bir ‘demir adam’ biblosu söylediğinde işin içinde bir ciddiyet olduğuna hükmetmemiz gerekir. Gavurun söylediğinde bir sahihlik mi aramalıyız, tövbe. Onun, modernliğin bir sesi olduğunu bilirsek eğer ‘dünyanın çok yakında diğer gezegenlere taşınması gerektiğiyle’ ilgili sözlerinin neye karşılık geldiğini anlamış oluruz. Bu sözün Rusya-Ukrayna savaşıyla ne kadar ilgili olup olmadığını şimdilik bilmiyoruz ama onun gibi insanların (insan mı!?) kehanetlerinde ilham perilerinin yeri olmadığını akılda tutmamız lazım. Gördüğünüz gibi, dünyanın içine ettiklerini ya da etmeye devam edeceklerini saklamaya gerek bile duymuyorlar. Kapitalizmin kanla beslendiğini ve bu durumun onun doğasını belirlediğini bilirsek eğer Musk’ın sözlerinin alt-göstergesini daha iyi anlarız. Biz yine de acımasız yargılarımızı bir kenara bırakıp transhümanist modelin tipik örneği olmaya namzet bu adamın sözünü bütün bir iyi niyetimizle anlamaya çalışalım. Belki dünya nüfusunun geldiği nokta, kimseyle paylaşmak istemedikleri dünya adına derin bir psikolojik kaygı eşiği yaratmış olabilir sevimsiz teslamızda. Belki de Marx’ın yabancılaşma teorisinin proletaryadan ziyade, makinanın gerçek sahibinin dünyasında histeriye dönüştüğüne şahit oluyoruz. Sebebi her ne olursa olsun, bu zavallı güruhun hastalıklarının ve hırslarının bir tedavisinin olmadığını bilmeliyiz. Sıradan bir insanın histerisini baskılamak için modern kültür, kendi sağlık aygıtlarını öldürücü bir şeye dönüştürebiliyor ama dünyanın kontrolünü bir şekilde elinde tutan insanların sömürme arzusundan insanlığı korumak için geliştirilmiş hukuk ve sağlık sisteminin olmadığını bilmemiz gerekiyor.  

Dünyanın bu tip hallerini umursamalı mıyız? Bir tek şeyle evet. Dünyayı tanımak, düşünceyle kavramak istenilen her şeyi sahih olana yaklaştırır. İnsan hiçbir şeye katılmayınca, hiçbir şey olarak dünyayı terk etmeyi sağduyunun kendisi haline getirebilir. Bu durum şüphesiz kişiye kendi florasında büyük bir konfor imkanı sunacaktır. (Konfor kelimesini, düşüncemizde herhangi bir huzursuzluk yaratmayacağını bile bile kullanıyorum. Nurettin Topçu’nun ‘İsyan Ahlakı’ diye bildiğimiz kitabı, tez başlığına uygun bir şekilde ‘Konformizm ve İsyan’ başlığıyla yayımlansaydı belki işin vahametini hissedeceğimiz bir kaygı aralığını duyumsayabilirdik. Türkiye’de dokunduğu şeyi çürütmeden iş yapan insanı bulmak gerçekten zor.) İnsan varlığımızı hissetmemiz dünyanın neresinde durduğumuzla doğrudan ilişkili. Fakat tam bu noktada geçmiş çağlara göre işleri oldukça zor hale sokan bir gerçekle karşılaşıyoruz. Mekan duygumuzun yitimi. Dünyanın geleceğiyle ilgilenmek fikrini sanallaşmış zihinsel yapımız hızlıca bloke edebiliyor. Tam da bu yazıyı yazdığım makina tarafından. Fakat hayatın tinsel yapıları yani doğayla ve kendimizle kurduğumuz ilişki, varoluşumuza eklemlenmiş ölüm fikriyle birlikte içimizdeki boşluk hissini yeniden doldurabilir. Ölümlü dünya her nasılsa, Firavunlar mı Sezarlar mı kalmış dünyada diyebiliriz. “Onlardan önce nice nesilleri helak ettik. (Şimdi) onlardan hiçbirini görüyor musun yahut onlardan hafif bir fısıltı işitiyor musun?” (Meryem, 98). Bu ayet, felsefe yapmak için nihai tek gerekçe olarak sığınabileceğimiz ölüm meselesini tam bir ‘gündelik hayat bilgeliğine’ dönüştüren görsel bir anlatım sunuyor bize. Yani, ölüm fikri ebedi sessizlik adına kendi bilgeliğini ve ironisini kuruyor yanı başımızda.  (Dünyayı sömürmenin teolojik altyapısını kuran Protestan dindarlığı, bizi geri kalmışlıktan kurtaracak yatırım fikri adına itikadımıza dahil etmeseydik, felsefe yapmanın bir imkanı olarak ekolojiden de bahsedebilirdik)

Ölümle insan yaşamının ilişkisi, bir Hint hikayesinde şu şekilde anlatılır. Çölde yolculuk yapan iki arkadaşa aslan saldırır. Korkuyla sağa sola kaçanlardan biri bir kuyuya atlar. Kuyunun dibinde ölümcül yılanlar vardır. Adam bir üzüm asmasına tutunarak kuyunun içinde asılı kalır. Bu arada kalmışlık içinde üzüm salkımlarına ağzıyla uzanıp karnını doyurmaktan vazgeçmez. Ama siyah ve beyaz iki fare adamın tutunduğu asmayı sürekli kemirecektir. Hikayedeki metaforların hayatımızla doğrudan ilişkili şeyler olduğuna karar verdikten sonra hikayedeki asıl gerçekle karşılaşıyoruz. Ölümün kendisiyle. Hayata alışmak, ölümle aramıza sonsuz mesafeler koyacak bir unutkanlık fikri yaratır zihnimizde ama ne şekilde? Varoluşumuzda asılı duran ölüm fikrinin yerine hazzı koyarak. Unuttuğumuz şeyin tarihi salt kendi tarihimiz olarak bizi insanlık tarihinin bir üyesi ya da artığı haline getirecektir. “Kendisi Allâh’ı unutmuş, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturmuş olduğu insanlar gibi.” (Haşr, 19). Varolma arzusu, kendimizi dünyanın içinde hatırlama iradesiyle birlikte devam edecektir.

Ölümü, varoluşla özgürlük arzusunun iç içe geçtiği bir anlamla kavradığımızda önümüzdeki dar kapının iyice aralandığını fark ediyoruz. Bizim kanonumuz iman etmenin özgürlük edimlerini belli bir tavır içerisinde tanımlar. Kuran, politik uzamı müminin hayatının merkezine taşıyarak, insanı kendisine dair sıkıcı düşlerden kurtarır. Politik olanı, “etik ve estetik” tamamlar. İman, iktidarın her yerde olduğu bilincini uyanık tuttuğu kadar diriltici olmaktadır gündelik hayatın içinde. Dinî olan yerde politika, politikanın iktidarla baskı aygıtına dönüştüğü korku sarmalında etik ve körleşmenin herkesleştiği yerde estetik, insan yaşamının tüm mazeret alanlarını üstlenir. Ben Tanrı’yla asıl tanışıklığın burada başladığına inanan biriyim. Üzerimizdeki geleneksel aidiyet sınırlarını muhkem alanlara taşımak için, Ehl-i kitaplaştırılmış bir dindarlıktan uzak durmamız gerektiğini biliyorum. Dolayısıyla heterodoksinin, ortodoksiyi rahatsız ettiği yerde dinin canlılığını koruduğuna inananlardanım. Yani dinlerin, birinci yüzyıl tarihlerini, kendi tarihim olarak üstleniyorum.

İnsanın varlıkbilimi tarihi anlamak için neden önemli? Ölüm ve dünya fikri, bu meselelerin neresinde duruyor? Bu sorular gün geçtikçe ağırlığını kaybediyor yaşadığımız yer yuvarlağında. Geleneksel dünyadan elimizde kalan sadece yalınkat imgeler. Bu imgeler de sanal dünya zombilerinin tek eğlencesi. Dünyanın merkezinden kendilerine telkin edilen yavanlıkla saldırıyorlar ‘katı olan her şeye’. İnsana etki eden hiçbir cisim, tepkiyle karşılaşmıyor. Bu ciddiyetsizlik bilgiden ve nezaketten yoksun bir cephe içerisinde siyasallaştırılıyor. Savaşın başladığı ve bittiği yer soft bir mekan. Bırakınız yapsıncıların, düşünce tarihinin yapısını doğrudan değiştirdiği ikinci büyük dönüşüm. Modernliğin yarattığı teknik sorunsalı bir yerde dursun, entelektüel ağırlığa sahip her şey ucuzca tüketiliyor bedensiz organlar tarafından. Bu tür iletişim araçlarının insanlık için laneti, herkese kendini ifade etme şansı vermesi. Aktüalite, bir cehalet yumağına dönüşüyor. Bakhlar, çıldırmışçasına saldırıyor her şeye. Düşünce, tekdüze hale getirildikçe bilgideki çokanlamlılık yok ediliyor. Demokrasinin insan iradesini, -mış gibi bir politik güce dönüştürmesine koşut bir egemenlik sanrısına benzer bir biçimde söz bedensiz hale geliyor ve en ruhsuz biçimiyle ortalığa saçılıyor.

Bu süreci nasıl başardıklarını düşündüğümüzde onlara ait tarihin her bir yerinde bir yavanlıkla karşılaşıyoruz. Peki böylesi bir yavanlıktan kurtulma şansımız var mı? Kuran’ın “Onlar boş ve yararsız olan sözü işittikleri zaman ondan yüz çevirirler” ayetini duyumsamakla belki.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s