Yazar: Mustafa Barış
I
-Koz? Hadi artık!
-Hmmm, tamam. Karo!
-“Geldin, güzel oturdun, güzeeel!” diye aklından geçirirken yüzündeki gülümsemeyi saklayamadı.
-Bu el batacağını, hesabı da kendine “kitleyeceklerini” anladı sanki kumarbaz. Diğerlerinin yüzünü fark ettirmeden, elindeki kağıtlar kadar kontrol ediyordu.
Oyun bitti.
-Harçlığı da kahvedeki hesap da bugün için denkleştirilir idi. Hem arkadaşlar arasında iki çayın lafı mı olurdu!
Hep beraber kalktılar.
Yancıları döngülü, sayıya vurmaya sığmaz bu masanın müdavimlerinin ekseriyeti, aynı fakülteden idi. Boş zamanlarında, o jargonla, “takılıyorlardı”. Derslere girmeyince oluşan, bu küçük zaman dilimlerine sığan, küçücük kaçamaklar idi hepi topu. Suç onların değildi. Mezun olmaya ramak kaldığında bile okulları, liselerinin eğitimini zorlayamaz haldeydi. Bu kadar iyi eğitim aldılarsa, tercih hatası mıydı geldikleri fakülteler? Suç kimin? Kader ağlarını örmüşse, elden ne gelir! Pişpirik oynayarak geçti seneler!
II
‘Kültürü, “Allah’ın evini ziyarette beraber” fakat şehrin diğer sokağındaki hamburger salonunda erkek ve kadınlar ayrı’ bir temelden olunca kıza açılması yaklaşık yirmi seneyi geçti. Ehhh, oldu yaş otuz küsur. Kader! Kız da kaderden öteye geçemez. O yazılıymış. Beyaz yakalıymış, memurmuş, evde de yardım edermiş. Hem de tutkunmuş, emeklisinde de rahat edermiş… Çirkinmiş oğlan ama arkadaşları müsait her bir zamanda, kahve içince, yağmur yağınca, düğüne kadar… durmadan söylemiş: Evlen! Zorunlu, evlendiler. Ne kadar dayansalar iyi? Kim suçlu? İkisi de “yazılmış” dedi. Bu sabah, evrakları karıştırırken eline tesadüfen gelen, mahkemenin boşanma kararıdır. Gerçekten yazılmış.
III
okur-yazar olmak. yazar olmak, önce okur olmakla başlar. gerekliliği anlamak için masumiyetine delil kayıtların silindiğini bile düşünse yürümeye, idamına neden olacak suçları da üstlenmesi gerektiği pahasına devama ikna edilmişti. “anlamak” için üstlendi. okur-yazar istatistiğine yeni bir katkı diye düşünüldü. “anılmamasını” vasiyet ederek tekmelemeye niyetlenecek idi ki sandalyesini, bir şeyler değişti, dünya güzelleşti, ağaçlar darağaçları için değil kağıtlar için dikildi, dünya yeşillendi, hoş umutlar rayihasıyla filiz sürdü, insan medeniyeti yaydı…
MUHAYYEL YAŞAMLAR, HAKİKATLİ KÖLELER II
I
Ezberledi. Üstüne yirmi daha ekledi ki garanti olsun. Yaşıtları türev, integral problemleri çözüp, havuz kenarlarında iken tefsirler okudu, Kur’an hıfz eyledi, yarışmalara katıldı. “Müslüman, müslümanın elinden ve dilinden emi olduğu kişidir.” hadisini ezberledi. Mesela. Eline büyük sevinçle aldığı teksir kağıdında öyle yazılıydı. O da, aynen öyle ezberledi. “Emi” olduğu, “emi” olduğu, emi, emi… “N” eksik. “Emin” diyerek tamamlayamayacak kadar şaşkın, budala, belki çaresiz ve zavallı. Ayağa kalkması için çok kişinin destek vermesi gerekecekti.
II
Düzensizdi. Akşam tekrar bozulacak ise yatak niye toplansın! Yeniden yemek yapana kadar bulaşıklar da mutfakta, yıkanmadan durabilirdi. Sonra öğrendi. Sonra denedi. Yaşadığı hazzın farkına varınca evin; “rahat olacak kadar temiz, hasta olmayacak kadar pasaklı olmasına” karar verdi.
III
Çakrası mı, üstündeki yorgan mı açılıyordu bilinmez. Üşüdüğünde, kimsenin üzerini örtmüyor olduğunu kavradı. Ölüme de gitse, yapayalnızdı. Çatalı açıldığında uyaracak arkadaşları hala vardı işte! Cenaze namazı kılınırdı herhalde, toplumun bir parçası olduğuna kanıttır. Teşhisi kendi koydu: Parayı çar-çur etmekten doğan yedi yıl sonunda, yeni gömlek alacak bütçeyi denkleştirememek ve bir de oburluk. Teoride öğrendiği iktisat bilgisiyle ancak buraya kadar gelinirdi. Sağlam bir iktisat uygulamasını sonra öğrendi. Optimal kullanışlılığa ulaşmaya çalışmak. O da, hep öyle yapmaya başladı. Örneğin sadece Cuma günleri, çorapların gerçek çiftlerini bulmaya özel çaba harcadı.
IV
İlimsizdi. İrfansızdı. Ne ana dili ne yabancı dili yeterliydi halini takdime. Ne yazmaya ne okumaya gelirdi. Çaresizdi. Potaya topu öne doğru hamle yaparak atardı. Futbolda hep kaleye geçmekten, olmaz ya, oyuna alsalar sözüm ona başka yerde, nerede duracağını bilmezdi. Resmi evraklar borçsuzluğuna, kapı komşuları, ev sahipleri insanlığına delildi. Fakat kendiyle hesaplaşmalarının sonu yoktu. “Büyük düşünme” değil, yarının yapılacak listesine “tik” atmak yeterliydi aslında! Bir de eğer doktor reçeteye bir şeyler yazdıysa onları da asla ihmal etmemek. Gerisi, yastıkta günün muhasebesinin sükunetini bulmak, tevekkülle uykuya gitmek, tevekkülle evden dışarı adım atmak. Dönemezse evde bekleyen ne karısı ne de çocuğu vardı. Yalnız, rızası alınacaklar vardı, o husus başka.
V
Zalimlerle savaşmak gerektiğini bilirdi. Payına düşenin, “nazariyeler” olmasından şikayetçi değildi fakat müdahil olduğu tek şiddet edimi, bir yıllık fizik tedaviyle ancak ayağa kalkabileceği bir intihara kalkışmasıydı. Yaşamayı zaten beceremiyordu. Böylece ölmeyi de beceremeyen biri olarak kaldı. Bu olayı da ekleyince, gün geçtikçe hayat sorgusundan halk ve Hak huzurunda “nimete nankörlükten” yiyeceği mesuliyet duygusu ile baş etmekte zorlanıyordu. Ya “bir şansı” daha bulamasaydı? Hikayenin önünü ve ardını, karıncanın Hz. İbrahim’in (a.s.) ateşine yetişip yetişmediğini, ateşin nasıllığını, bağlamını dahi bilmezdi fakat, seccadesini Kabe’ye doğru, siz gençler nasıl diyorsunuz, orta yaş depresyonunda ancak serebilmişti. Bu da, bir yetişmekti kendince. Mevsim döngülerinde nöbetler geçirmemek için kurulan fıtri dengenin, bir şifanın da bu olduğunu ancak anlayabildi. Halbuki rengarenk yaprakların, yeşeren ve kuruyan dalların insan ruhunda inşirahlar doğurması beklenir, değil mi ya! Bunlar neden kabus olsundu! Aklını, zamanını ziyan etmenin ve sınıfları doğrudan geçememenin, geçse de müşkülpesentliğin tezahürleri oldu bütün bunlar.
VI
Nihayette çevresine, eşe, dosta, ailesine, dünyaya teşekkürü içtenlikle hissetmenin, hissettirmek gerekliliğinin yaşı da olamazdı. Hepsi, onu da kavradı. Çünkü, “mukaddermiş” yaşadıkları! İlginçtir, dinledikçe herkesi, “ne mukadderler varmış” diyorlar şimdi! Bakınca geriye doğru; spor için adele, başarı için mücadele, ilim için mücahede, herkes için adalet değil merhamet lazım geldiğini anlıyorlar. Tüm çocukların ilk olarak “açlık” ve “topsuzluktan” uzak olan bir yaşam sürmesi dileği şiarı oldu onların. Zira Allah’ı bilen rızıksız, kardeşini ve komşusunu seven de topsuz kalmazmış. İnsanlara derin, analitik, sağlıklı ve faydalı düşünmeyi öğretenin temellerini atanın da o çocuklukta oynanan oyunlar olduğunu hayat ancak öğretebilmiş.
VII
Ben ise derim ki; dertlere şifa bulmak ise niyetin; aldırma! Alınmamak elde mi? O halde; öyle bir çözüm amaçla ve bul ki; her yer yurt, düşmanların bile senden emin olabilsin! Anlamak. Anlamlandırmak. Nasip meselesiymiş. Ya mutluluk? İmkanın mümkün kılınmasında zahir!
keşke hata olsaydı. ama, müslümanlar da dahil insanlık, “elinden ve dilinden emin olunamayanlar” olarak hep beraber gidiyoruz, hem de gülerek, kahkahalarla, ağlanacak halimize.
Zenginin çakrası, fakirin kıçı açılır. Fakir Allah’ını da biliyor ve unutmamak, unutturmamak için “secdeye” de gidiyorsa, secdesi derinse, o *ıça sulanan piç kuruları sıraya girer! Zebildirler ama hepsi ziyandırlar.