Durmak ve Yürümek Üzerine


Yazar: Enise Asan

I

Durmak ve Yürümek Üzerine

Yürümek yorucudur. Sanırım bu herkesin kabul edeceği bir iddia ama benim başka bir iddiam var: Durmak yürümekten daha yorucudur. Neden mi? Doğduğumuz günden beri, belki daha öncesinden, bir yol seçmiyoruz kendimiz için. Önce kendini bulmak sonra yürüyeceğin yolları bulmak, o yollardan birini seçmek ve yürümeye başlamak. Bunlardan hiçbirini yapmıyoruz. İster istemez sürekli bir yürüyüş hali içerisindeyiz ama nereye. Tembel yürüyüşlerimiz kendimizle karşılaşmayı göze almıyorsa hayatın bizi yoracağından da bahsedemeyiz sanırım. Söylediklerim kulağa hem basit hem de saçma geliyor olabilir. Belki de abartıyorum bilemem. Bu yazının bir başı var mı sonu olacak mı onu da bilmiyorum. Göze alamadığımız yorgunluklar için ironiye sığınıyorum. Durmanın yoruculuğuna.

Hadi konuyu saptıralım. Kukla olduğunu fark eden bir kukla hiçbir şey yapmasa bile, hala kukla olmaya devam eder mi? İşte bizlerin içinde bulunduğu durum tam da bu. İnsan sürekli bir yapma hali içerisindedir.  Ancak acı olan ve bize sorun çıkaran insanın ne yaptığının da farkında olmasıdır. Neden yaptığın sorusu hem cevapsız hem de sonsuz cevaplıdır. Kukla olduğunu bilmek, bir şeyler yapıyor hali içerisinde olmak ve bunu fark etmek. İnsan bu durumu görmezden gelip yaşamaya çalıştığında bence durmayı kendine alışkanlık haline getirmiştir. İnsanın bu durumu görüp, bunu anlayarak yaşamaya çalışması yürümektir. Buraya kadar bir sıkıntı yok. Sıkıntı ne biliyor musunuz? İnsanın, bir yere varamayacağını bilmesine rağmen yürümeye talip olmasıdır. İşte bence bu ahmaklıktır ve bence bu noktadan baktığımızda bütün düşünürler ve filozoflar birazcık ahmaktır. Kendilerine sormuyorlar mı acaba benden önce milyarlarca insan hakikatin peşinden gitti ve hiçbiri kendisinden sonra bir hakikat bırakmadı. Bunu biliyorsun ama yine de körler sağırlar birbirini ağırlar diyerek bu kervana katılmaktan kendini alamıyorsun. İnsan bunu bile bile neden düşüncenin peşinden koşar ki. Felsefe neden sevilmiyor sanıyorsunuz! İroni burada da bize rehberlik edebilir. Felsefe sevilmiyor çünkü insandan külfetli bir yürüme yolu istiyor. Yürümeyen/yürüyemeyen insanlar dışarıdan baktıklarında, mesela lisede felsefe dersindeki öğrenciler, felsefe hocaları için bu adamın derdi yok derler. Cevapları katîdir: ‘Derdi olan insan bu kadar boş işlerle uğraşmaz’ çünkü. Yani boş bir uğraş olarak görürler insanın anlamaya çalışmasını, boşlukta duran varlığını anlamlandırmaya çalışmasını.

Elbette ki o ergenlere katılmıyorum ama ne aradığını bilmeden, onun var olduğunu bile bilmeden sanki daha önce varmış da kaybolmuş gibi hakikati aramaya çalışmak tam olarak nedendir sorusunu sormaktan kendimi alamıyorum. Bunun cevabını bilmiyorum ama kendi cevabımı sadece hayata sığınarak verebilirim: Durmak yani görmezden gelmek bile beni yürümekten daha çok yoruyor.

II

Nerelere Yürüdüm

Bu noktadan sonra konuyu başka bir açıdan ele alabiliriz. Yani insanı bu kadar aciz bırakmak, ulaşamayacağı bir hedefe yürümeye zorlamak insanı varoluşundaki trajediye götürmüyor mu? Tanrı bizi varoluşumuzun farkındalığıyla sınayarak zulüm etmiyor mu? Fark ediyoruz, fark ediyoruz ve sadece ve sürekli fark ediyoruz ama gerisi yok… Ayrıca fark ettiğimiz şeyler öyle az buz değil; yaşamın her hali, evrenin büyüklüğü, tarihin, geçmişin ve geleceğin varlığı. Bunlar basit şeyler mi Allah aşkına… Elimi dile atıyorum; sürekli değişiyor, bana sabit bir şey vermiyor ve onu da ben var ediyorum. Bu yüzden benden öteye geçemiyor. Benden öteyi, benden bağımsız izah edemiyor. 

Bir umut ilahiyata gidiyorsun. İnancının, eksik ama en temel boşluğu dolduracağına inanarak bir yöne sapıyorsun. Bakıyorsun ki kumdan kaleler elinde ufalanıyor. O kadar basit, o kadar tek düze, andan ve geleceğinden kopuk, geçmişe saplantılı ve bu saplantıyı kutsal kabul eden bir zihniyetler karmaşası. Ancak insaflıyım bu konuda; ilahiyatın iyi yaptığı şeyler de var. Mesela asla sana sorun çözmeyi öğretmezler ama o sorunla nasıl baş edeceğini, o sorunun sende kalması gereken süreyi nasıl idare edeceğini ve sürenin sonuna geldiğinde o sorunu senden sonrakine nasıl devredeceğini çok güzel yaşatarak öğretir. Süreç şöyle işler; önce yüzüne devasa sorunları tokat gibi çarparlar. Fakültemizde birinci sınıfların hemen hemen her dersine ağır, ağababa profların girmesinden bunu anlamak zor değil. Teknik yöntem hak getire… Sonra bu sorunları anlaman ve bir taraf tutman beklenir. Kimisi buna kendini bulmak der ama bence fazla şişirilmiş bir tanım bu. Sonuçta her seçim ve kararımız bize sunulan ve gördüğümüz seçeneklerin bir sonucudur.  Daha fazla yakınmayacağım çünkü kendime acımam sinirlerimi bozuyor. Ancak bana göre önemli olan şu hususu söylemeden geçmek istemiyorum; ne olursa olsun ilahiyatta bulduğun şeyin umut ettiğini karşılamaması, umut ettiğin şeye gölge düşürmüyor. Yani hâlâ dinden umutluyum.

Arada bir elimi ateizmin tesadüfüne atıyorum. Bu adeta küçükken yanan odun sobasına elim değdiğimde hissettiğim ânı hatırlatıyor. Önce neye dokunduğunuzu anlamaya çalışıyorsunuz ve aniden parmaklarınızdaki o acı verici yanma hissi ile anlıyorsunuz ki buna dokunmamalıyım.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s