Yazar: Ömer Gülen
Para işlerinden hiç anlamam. Korkarım hatta paradan. Savaştır, açlıktır, ölümlerdir, her kötülüğün kaynağını paradan bilirim. Azıcık aşım kaygısız başım, budur benim yaşamaktan duyduğum huzur. Hayatımın şu devresinde yoksun da değilim çok şükür. Aydan aya yaşar giderim birikintisiz. Hal böyle olunca ekonomi kötüymüş, dolar almış başını gidiyormuş hiç dikkatimi çekmez. Düşünce üzüldüğüm, çıkınca sevindiğim döviz mevduatım yok çok şükür. Biri çıkıp ekonomi kötüymüş madem bu mağazalar neden dolup taşar dese, ağzımı doldurup bir de ben küfür savururum ulaştığımız müreffeh hayatı yok sayanlara. İşler kötüye gidiyor tantanası yapanlar bir yana bir zamanlar ne iyidik diyenlerin haline de gülesim gelir. Kardeşim vatan toprağını bir sermaye gibi dünya piyasasına sunarsan neyin iyi neyin kötü olduğunun hükmünü sana bırakırlar mı hiç? Neyse ki günübirlik hesaplar yapmada üzerimize yok. Zamların sarhoşluğunun bize her şeyi unutturacağını iyi bilen insanların insafıyla idare ediliyoruz. Yarım yamalak ekonomi bilgim tek bir şeyi öğretti bana: Hayekçi hülyaların vadettiği refah sadece mutlu azınlıklar doğurur. Paradan yana hırs sahibi insanlar bu mutlu azınlığın manivelası olabilir belki. Benim bu işlere karnım tok. Felsefem insanlığın ertesi gününde olduğumuz üzerine kurulu. Siz isterseniz buna sahnenin dışı deyin.
Bu semte taşındığım tarihlerde umursamazlığımın en saadetli günleriydi. Piyasalar birileri için tıkır tıkır işliyordu. Bilmem hangi bankaya danışmanlık yapan ekonomistler bu günleri güvenli ortam diye hatırlar. Anlayacağınız güven kelimesinin bankalar tarafından ipotek altına alındığı günlerdi. Eli biraz para gören bankaya koşup, sunduğunuz saadetten nasibime düşeni almaya geldim diyerek bir anda orta sınıf basamaklarına zıplıyordu. O günlerde, aman ne gereği var deyip sakındığım şeylerin sebebi para korkumdu. Bir meziyet gibi anlatmayı severim ben bu halimi. Bir ara, güzel sesli, kibar bir banka çalışanı hanımefendi aramıştı beni. Bankalarında benim adıma hazır tuttukları, istersem hemen alabileceğim bir para olduğunu söyledi. Teşekkür edip ihtiyacım olmadığını söylediğimde, kızcağız ihtiyaçlar konusunda neyi ne kadar iyi bildiğime yönelik garip sorular sormaya başladı. Fırsattan istifade işi biraz eğlenceye vurup Faustvari bir mukabele başlattım. “Bu cömertliğinizin karşılığını nasıl ödemem gerekiyor.” “Ruhunuzu bize satmanız yeterli”, “ama ruhum benim özgürlüğüm”, “özgürlük bizim size sunduğumuz şeyde”, “ruhumu neden satın almak istiyorsunuz?” “Ruhunuzu bir kere satın aldığımızda sizinle bir daha uğraşmamız gerekmeyecek.” Ortalama böyle bir muhabbetti aramızda geçen. Haydutluğa alışırsam felah vadediyordu hanımefendi. Yani büyük hırsızlıkta yerimi almamı. Konuşmamız arasında bir türlü cesaret edip sesiniz ne kadar güzel diyemedim. O da düşüncelerimle hiç ilgilenir görünmedi. Ama eminim telefonu kapattığında şu dünyada ne aptal insanlar var demiştir bütün inceliğiyle.
Ne diyordum, haa bu semt. Bu semte taşındığım iki buçuk senedir ana caddeler üzerinden gidip gelirim işyerine. Yol boyunca araba egzozu yutmanın rahatsızlığı, doktorun da aman ha ihtarı sonrasında mahalle arası yolları kendime mesken tutmak zorunda kaldım. Caddeler malumunuz peyzaj mekanlardır. Görselliği içinde şehrin gerçekliğini saklar. Böylesi büyük mekan felsefesi geliştirerek yürüyüşümü mahalleye taşımadım tabi ki. Fazlasıyla zorunluluk. Ama biraz da çocukluk günlerimden canlı kalmış mahalle sevgisi diyelim. Bu iki şey kolayca ara sokaklara alışmamı sağladı. Üç dört aydır mahalle aralarını kullanarak gider gelirim işe. Son bir aydır da üzerimde bir huzursuzluk hali, daha gün ışımadan kalkar yola düşerim. Bir kere alıştım ya bu eski mahalleye, köpeklerden ödüm kopmasına rağmen serde erkeklik var deyip dönmem bir daha caddeye. Uyuyamadığım bir sabah, erken vakit evden çıkıp mahalle yoluna doğru yürüdüm. Trafik ışıklarında bekleyen bir iki arabayı geçtikten sonra kendimi mahalle arasına atmıştım. İlk girdiğim yolun ilerisindeki sokak lambasının altında bulunan çöp konteynerinin başında biri vardı. Yaklaşınca bir kadın olduğunu fark ettim. Elinde maşaya benzer demir bir çubukla çöpü karıştırıyordu. Yolun iyice soluna yanaşıp sessizce geçmek istedim. Kadın ayak seslerimi duyunca korkmuş olmalı ki eğildiği yerden telaşla başını kaldırıp bana döndü. Elli beş, altmış yaşlarında, temiz giyimli biriydi. Yüzünü yaşmakla örtmüştü. O sıra ezan da okunmaya başladı. Ben diğer sokağa girmek için sola döndüğümde, kadın çöpten aldığı bir şeyi poşetine koymuştu.
Doğrudan anayola çıkacağım sokağa girmiş yürüyordum. Hoca ezanı bitirdiğinde ben de metro başına gelmiş olurum diye hesapladım. Belli ki hava bugün de soğuk olacak. Başımdaki bereyi kulaklarımı örtecek şekilde düzelttim. Afgan olduğunu tahmin ettiğim kağıt toplayan bir genç, doldurduğu arabasıyla karşıdan geliyordu. Hazır ezan da okunuyorken bir Allah’ın selamı deyip başımı kaldıracak oldum ama beni hiç görmüyormuş gibi hızlıca yanımdan geçip gitti. Yolun sağ tarafında duran çöp konteynerinin başında bir kadın daha vardı. O da çöpleri karıştırıyordu. Bu mahalleye ait olduğunu iyi bildiğim bir köpek de onu izliyordu. Ben yakınlarından geçerken köpek uysal bir halde başını bana doğru çevirmişti ki kadın eğildiği yerden doğrulup “Al bakalım, bu senin nasibin” diyerek çöpten çıkardığı poşeti köpeğe fırlattı. Köpek önüne atılan şeyden korkup kendini bir an geriye çekti. Ama bunun bir ikram olduğunu anlayınca kuyruğunu sallaya sallaya yerde dağılmış olan poşete yaklaşıp koklamaya başladı. Sokaktan çıktığımda anayol üzerindeki durakta birkaç boş minibüs yolcusunu bekliyordu. Yolun karşısına geçtiğimde gördüklerimi unutmuştum bile. Sonraki günlerde tekrar tekrar görecektim aynı sahneyi.
Yine bir sabah ilk metroya yetişmek için erkenden evden çıktım. Günün ilk seferine çıkacak metroyu yoğun bir kalabalık bekliyordu. Gelen araca ilk binen kişilerden biri olmuştum ve bunun ödülü ineceğim yere kadar oturarak yolculuk yapacak olmamdı. Uykusuz bedenim sıcak ortam içinde iyice esrikleşti. Kendimi bıraksam dalıp gideceğim muhakkak. Çantamdan çıkardığım kitabı okumaya çalıştım ama boşuna. Bir iki cümle sonra gözümün önünde karıncalar oynaşmaya başlıyordu. Sol yanımda yaşlıca iki kadın oturuyordu. Gözlerimi açık tutmaya uğraşırken istemeden de olsa onların konuşmalarına kulak misafiri oldum. “…bir iki defa gördüm, tanıyorum ben bu kadını dedim ama bir türlü çıkaramıyordum. Daha bu sabah tekrar karşılaşınca hatırladım. Sizin binadaki Nazmiye’ydi.” Öteki kadın pek şaşırmış gibi söylenmedi. “Nazmiye ya, ne yapsın garibim. Binadan çıkarken bir kere karşılaşmıştım sabah vakti. Elindeki poşeti görünce anladım tabi. Fırının ilk ekmekleri alınmış diyerek şakaya vurdum utana sıkıla. İki çocuk, hasta eş. Bina temizlemekle yetişilir mi bu pahalılığa. Allahtan dededen kalma evleri ellerinde. Aklımda bizim işten ayarlamak vardı hep Nazmiye’ye. Hiç değilse temiz yemek…” dedikten sonra sustu kadın. İneceğim durağa kadar da tek bir söz etmediler.
Bu konuşmadan sonraki günlerde o mahalleye bir daha girmedim ama zaman zaman sokak boyunca yürüdüğüm yol üzerinde kaç çöp konteynerinin olduğunu hatırlamaya çalışırım. Üç müydü, dört müydü?