Yazar: Ömer Gülen
Aydın Bey ile Mürvet Hanım’ın evleri olağanüstü bir akşama hazırlanıyor bugün. Akşamla ilgili Mürvet Hanım’ın telaşı gözlerini açar açmaz başlamıştı ve ilk işi de eşini uyandırmak oldu. Çok uykunun, erken saatlerin onun için mazereti yok bugün. Yataktan çıkar çıkmaz, akşam için satın aldığı elbisesini gardıroptan çıkarıp üzerinde denedi. Aynadaki görünümünden gözlerini ayırmadan uyuklamakta olan eşine “hala yatakta mısın sen?” diyerek çıkıştı. Aydın Bey, bir şeylerden şikayet eder gibi mırıldandı ama beyhude. Hem zaten, mini minnacık bir fikir olarak önce kendisi gündeme getirmemiş miydi böyle bir akşamın varlığını? Aydın Bey, arkadaşlarla bir akşam yemeği der demez, bu söz henüz varlık dünyasında hiçbir şeyken Mürvet Hanım yemekle ilgili planlarını bitirmişti. Aydın Bey o akşamın sabahında market alışverişi yapacaktı ve tam şimdi market alışverişini yapmak için evden çıkmaya hazırlanıyordu. Tüm bu hazırlık için ne kadar iyi bir eş olduğunun bir ödülü olması gerektiğini düşünerek kapının eşiğinde oyalandı biraz. “Alınacak başka bir şey var mı?” diye sorması da masum bir soru değildi anlayacağınız ama boşuna. Hala elbisesiyle uğraşan Mürvet Hanım’dan tek bir kelime işitildi. “Hayır.”
Eşlerin bugün okula gelmeyeceğini bilen tek kişi Zeki Bey’di. İşte bu Zeki Bey, akşamla ilgili bütün planın da gerçek sahibiydi. Bir öğle vakti, Aydın Bey’e duygularından bahsettiğinde, kafasındaki plan kendiliğinden işlemeye başlamıştı. Aydın Bey ve eşi, onu planı konusunda yanıltmadı. Bütün bir iyi niyet duygularını bu akşam için seferber etmiş eşler, misafirleri arasındaki iki insanın izdivacına ritüel bir anlam bile yüklemişlerdi. Zeki Bey okuldan önce kuyumcuya uğradı. Kuyumcuya girip çıkması beş dakikasını almıştı. Onu şimdiki haliyle görseniz böyle bir adamı, üzerindeki heyecan sebebiyle kınardınız. Doğa hangi noktada bu adamda bir eksiklik yaratmış olmalı ki sevda gibi eften püften bir duygu sebebiyle içi içine sığmaz bir haldeydi. Ama o, büyüleyici bir akşamın kendisini beklediğine inanıyordu ve şimdiki heyecanının sebebi de buydu. Bugünkü misafirlerden biri de hiçbir kibrin kendine yanaşamayacağı Münevver Hanım’dı. O, başka dünyaya ait bir güzelliği taşıyordu ruhunda. İyiliği, sadeliği, nezaketi de bu güzelliğine derinlik katıyordu. Mürvet Hanım, akşam yemeği davetini Münevver’e ilettiğinde o, kimlerin geleceğini sordu. “Zeki de bizimle olacak” dedi Mürvet. Münevver ne diyeceğini bilmez bir haldeyken “ha bir de Agâh Efendi” gelecekler diye ekledi Mürvet. Agâh Bey’in gelmesi Münevver’i rahatlatmış gibiydi. Pek ala diyerek daveti kabul etti.
Agâh Bey o akşam, Zeki Bey’in planında bir şey aksi gitmesin diye çağrılmış biriydi. İkna da edemediler zaten. Yaşlı annem deyip durdu. Aydın’la Zeki Beyler, Agâh Efendiyi razı etmeye uğraşırken Münevver Hanım’ın geleceğinden bahis açtıklarında Agâh Bey daveti kesinkes geri çevirdi. Agâh Bey’in geleceğinden oldukça emin olan Mürvet Hanım çoktan Münevver’i ikna etmişti bile. Münevver o gün Agâh Bey’e uğrayarak garip şairleriyle, divan şairlerinin şiirleri arasındaki ilişki hakkında uzun uzadıya sohbet etti. Bu adamın yanında geçirdiği zaman, yaşama arzusuna bir dinginlik katıyordu. İşte bu adam için de dünyanın katlanılır tek mazereti Münevver Hanım’ın kendisiydi. Fakat bu gerçeği ondan kimse duyamazdı. Ta ki “Mürvet’lerde görüşürüz” diyerek kapıdan çıkmak üzere olan Münevver’e Agâh Bey, “ben gelemeyeceğimi söylemiştim arkadaşlara” diyene kadar. Zavallı Agâh Hoca, dünyada nasıl bir yer kapladığıyla ilgili o kadar ümitsiz düşünceleri vardı ki, Münevver Hanım’ın kendisine gösterdiği yakınlığın anlamını hiç sorgulamadı bile. Ama ben gelemeyeceğim der demez, Münevver’in geri dönüp kızgın bir sesle “ne demek gelemeyeceğim” deyişi garip bir hava yarattı odada. Münevver, “bana sizin de geleceğinizi söyledikleri için daveti kabul etmiştim” deyince Agâh Bey’in durgun dünyası içinde hiç beklenilmeyen fırtına kopmuş oldu birden. Hayatın kıyısında saygıdeğer bir hocaydı Agâh Hoca ama şimdiki durum onu hayatın merkezine doğru çekiyordu. “Madem gelmiyorsunuz, size iyi akşamlar” diyerek çıkıp gitti Münevver. Öfkesini gizlemek için hiç çaba sarf etmedi.
Münevver Hanım odadan çıktıktan sonra dünya, Agâh Hoca’nın yorgun ruhunda yalınkat anlamını bir şeyle değiştirmişti ama o neydi bilinmez. Çok değer verdiği birini üzmüş olmanın hüznü mü yoksa hususiyetle Münevver’i üzmüş olmanın hüznü mü? Her ne olursa olsun, Münevver’in kalbinin kırılmış olmasına hiçbir şekilde dayanamayacağını biliyordu. Hemen, Aydın Bey’in evini arayıp, kendisiyle ilgili davetin hala geçerli olup olmadığını sordu. Telefonu Aydın Bey açmıştı. Evet derken mutfak masasının üzerinde havuç dilimleyen eşine gülümseyerek baktı. “Gelmenize ben ve Mürvet çok sevineceğiz” deyip kapattı telefonu Aydın Bey. Eşine, Agâh Bey’in de akşam geleceğini ve geleceğiyle ilgili haberi Münevver’e de iletmemizi rica ettiğini söyledi. Mürvet şaşkın zaten gelmeyecek miydi sorusuna cevap beklemeden önündeki elbezine elini silerek telefona koştu ve Münevver’in çokça memnun kalacağını düşündüğü haberi ona ulaştırdı. Karşıdan soğuk bir peki sesinin gelmesi Mürvet’i şaşırtsa da bunun üzerinde duracak zamanı yoktu şimdi.
Saat yedi gibi Münevver Hanım okuldan çıkıp doğrudan arkadaşlarının evine gelmişti. Bu hali Mürvet’in canını sıkmadı değil ama bu peri kızının özentisiz halinin bile bir başka cazibeye sahip olduğu gerçeği önünde duruyordu. Ama durgun bir hali vardı. Aydın Bey, Münevver’e hal hatır sorduktan sonra mutfağa gidince Mürvet hemen arkadaşının durgunluğunun nedenini sordu. “Kuzum nerden çıkardınız bu yemek işini” diyerek karşılık verdi Münevver. “Çok zamandır düşünüyorduk ama ne yalan söyleyeyim yemek fikri Zeki’den geldi” deyince Mürvet, Münevver hayret içinde “neden ama?” diye sordu ve orada bu akşamki yemeğin esbab-ı mucibesi anlaşılmış oldu. Münevver şaşırmış görünmesine rağmen soğukkanlılığını koruyarak “ne planlar ama” dedi. “Peki, Agâh’ın geleceğiyle ilgili neden yalan söyledin?” Mürvet, Münevver’in ilk defa bey ya da hoca kelimesini kullanmadan Agâh deyişini garipseyerek “ben senin yanına gelirken bizimkiyle Zeki de Agâh Bey’in yanına gideceklerdi. Gelmesine kesin gözüyle baktığım için öyle söylemiştim ama çok şükür ki gelecekler inşallah.” Mürvet’in bu açıklaması Münevver’i gülümsetmişti. O sıra kapı çalındı. Gelen Zeki Bey’di. Hiçbir beğeninin kayıtsız kalamayacağı yakışıklılığına giydiği elbise ışıl ışıl bir görünüm katmıştı. İltifatları, mizahı, muvazenesiz nezaketiyle bir Zeki Bey’di ki o tüm yarınlar onun için yaratılmıştı sanki.
Agâh Bey kapıyı çaldığında, misafirler geleli kırk beş dakika geçmişti bile. Kapıyı karı koca beraber açmıştı. Karşılarında terden sırılsıklam olmuş bir adam vardı. Agâh Bey doğrudan Mürvet Hanım’a hitap ederek “çok ama çok özür dilerim hanımefendi” dedi. Sonra elindeki poşeti Aydın Bey’e uzatarak “kendimi affettirmek için köşedeki dükkandan tatlı alayım istedim” diyerek tekrar özür diledi. Alnından akan terden anlaşıldığı kadarıyla koşarak gelmişti ve bunu paçalarındaki çamurdanda anlamak kabildi. “Estağfirullah Agâh Bey, gelmeseydiniz o zaman affetmezdik” dedi Aydın Bey. İçeri buyrulan Agâh Bey, salona girdiğinde Zeki Bey, pantolonunun paçalarındaki çamura işaret ederek “azizim, mülk-i islamın viranelerinden geliyorsunuz sanırım” diyerek takılmak istedi Agâh Bey’e. “Sorma Zeki Hocam, taksiyle geldim ama mahalleyi karıştırıp uzakta inmişim. Koşmak zorunda kalınca, işte eseri” deyip ellerini havaya kaldırdı Agâh Bey. Bu açıklama herkesi güldürmüştü. Agâh Bey’in terden sırılsıklam olmuş halini gizliden gizliye kendine dert eden Münevver bile gülüyordu. Bugün garip bir şeyler olacağını önceden sezmiş olan Mürvet Hanım, Agâh geldikten sonra Münevver’in üzerinden kalkan gerilimi hemen fark etmişti. Aydın Bey, yemek masasına doğru yaklaşarak misafirleri sofraya davet etti. Yemekler, çatal kaşık sesleri arasında yendi. Mürvet Hanım’ın yemek yapmaktaki becerisinden ne kadar sitayişle bahsetsek yetersiz kalacağını sofradaki herkes biliyordu. Mürvet gelecek övgülere hiç fırsat vermeden, “kimse yerinden kalkmasın, tatlılar geliyor” diyerek mutfağa gitti. Aydın Bey de eşine yardım etmek için arkasından gitmişti.
Bir masanın başında bekleyen üç kişi. Biri başını kaldıramayacak kadar utangaç, diğeri ilk gösterisine çıkacak sanatçı kadar heyecan dolu ve bu gerilimli halden içten içe zevk duyan bir kadın. Ev sahipleri ellerinde tatlılar, masaya geri döndüklerinde Münevver ile Zeki sohbet ediyorlardı. Agâh Bey, elinde çatal ve bıçak önüne koyulan tatlıya gömülmek üzereydi ki Zeki Bey yapmak istediği konuşma için boğazını temizledi. O ayağa kalkarken Agâh Bey, kestiği küçük lokmayı yemekle yememek arasında kısa bir tereddüt anı yaşadıktan sonra çatalın ucundaki lokmayı hızlıca ağzına attı. Bu masanın etrafında ne yaşanacağını bilmeyen tek kişi oydu. O da zaten kendisiyle tatlının arasına girecek her şeye savaş açabilirdi şimdi. Nihayet Agâh Bey de elinde unuttuğu çatal ve bıçağı masaya bırakarak Zeki Bey’i dinlemeye başladı. Zeki Bey konuşmasına ev sahiplerine teşekkür ederek başladı. Bu akşam dostlarıyla beraber olmanın mutluluğunu daha derin bir mutlulukla pekiştirmek istediğini, bu sebeple uzun zamandır sevgisini içinde taşıdığı Münevver’in izdivacına talip olduğunu oracıkta söyleyiverdi. Münevver’in halinde pek bir kımıltı yoktu ama Agâh Bey’in halini görmeliydiniz. Tatlının tadından duyacağı zevkin arasına sonsuz mesafeler girmişti. Bir buçuk saat öncesinin mutluluğunu oracıkta unutup dört saat önceki sakin dünyasını diler vaziyetteydi. Masadakiler, Münevver’in ne söyleyeceğini beklerken o tabağın yuvarlak dehlizinde kaybolup gitmişti bile. Her türlü sesten korkuyordu şimdi. Ne var ki Münevver’in üzerinde pek bir heyecan belirtisi yoktu. Zeki Bey’e ince davranışından dolayı teşekkür ettikten sonra teklifini kabul edemeyeceğini, kendisinin Agâh Bey’le sözlü olduğunu ve henüz ailelerin bile bilmediği bu nişanı saklamış olmanın şimdi yarattığı görüntüden kendilerinin mesul olduğunu söyleyerek özür diledi. Gelin görün ki bu gerçeği bilmeyen bir kişi de Agâh Bey’in ta kendisiydi.
Agâh Bey, şüphesiz Münevver’i seviyordu ama bu duyguyu tanımlamaya hiç ihtiyaç duymadı. Onun için Münevver, her şeyi en güzel haliyle görmeyi bilen bir kadının müstesna örneğiydi. Fazladan bir beklentisinin olmayışının sebebi ne kendisi ne de bir başkasıydı. Bunun sebebi doğrudan sevgisinin saf haliydi. Ama şimdi alışık olmadığı bir gerçek birden belirivermişti hayatında. Münevver Hanım’ın söylediklerini görmezden gelemezdi. Başını kaldırıp Münevver’e bir baksa kendisine şefkatle yönelmiş gözlerdeki sevgiyi açıkça görecekti ama bunu yapamayacak kadar mütehassisti şimdi. Agâh’ın titreyen sesinde kısık bir özür sözü işitildi. Ne dediğini kendisinin de bilmediği sözlerle kıvranıp durdu. Konuşması arasında masadakilere bakmaya çalıştıysa da başını kaldırmasıyla önüne eğmesi bir oldu. Bu tanıdıkları Ağâh Bey değildi ama onlar da Münevver’in biz dediği şeyi Agâh’ın yeni öğrenmiş olduğunu bilmiyorlardı. Agâh’ı bu zor durumdan Zeki Hoca kurtardı. Zeki Hoca, centilmence ayağa kalkıp Agâh Bey’i tebrik etti. Eşler de tebriklerini sundular. Tebrikleri kabul eden Agâh Bey sandalyesine otururken uzun zamandır kendisine bakmakta olan Münevver’le göz göze geldi. Münevver’in yüzünde huzurlu, mesrur bir gülümseme vardı ama Agâh Bey bu gülümsemenin arkasında pek ala bir şımarıklığın olduğunu da sarahaten görebiliyordu. Onları birbirleri için değerli kılan duygu belki de her ciddi şeyin hemen yakınında çocuksu bir uçarılığın saklı durduğunu bilmeleriydi.
keyifliydi
elinize sağlık