Günler


Masanın kenarında. Pencereden, sokak lambalarını ve dibine serilmiş, başıboş köpekleri dikizliyor. Yalnızca! Medeniyetin nişanesi, sarı lambalar… Şehrin belası iğdiş edildiği meçhul köpekler. Kirli ve mahzun. Onlardan korkmuyor, sadece kalabalıklar. Gerçekten üreme fiilleri ellerinden alınmış mı? Bundan mı saldırıyorlar. Açlar mı? Sokakta, ardına sahibiymiş gibi takılan köpekler. Onlardan ekmek çıkmayacak. Kafası masasının üstüyle koşut. Kafasındaki her şey birbirinin üstüne yığıntı. Görüntüler, şekiller, hatıralar. Söylenmemiş sözler. Her daim kendisinin yendiği tartışmalar. Aniden başlayan… Yine de kafası avuçlarını yabancı bulmuyor. Diken diken saçlarını tek tek yolmamak, işten değil. Acaba kaç saatte becerirdi. Cımbızla alabilir. Hızla çekince gözünden yaş gelmiyormuş. Burnuna yumruk yemiş denli sızlamıyormuş. Burnu yaşarmıyormuş. Meselâ! Keşke saçları başkalarının gözüne batmasaydı. Tiftik tiftik olsaydı… Kitapları karıştırıyor. Okumaktan bıkmış. Buruk. Okumak haddi zatında belli bir yaşa kadardır. Sonrası birikimlerini harcamalı. O, okumaktan emekli! Yazmak emekliliğe adım atmaktır. Artık okusa da yazmak için… Kitabı eline aldığında fırlatmamasına tek engel, yazmaya devam güdüsü. Kitaplar bir yerden sonra her gün yenen yemek tadı veriyor. Yavan! Sabah akşam… Emeklilik! Gözleri bunun kanıtı. Gözlüklerinin çerçevesini silmeyi sektirmemeli. Çabuk bozulur. Acaba buradan hikâye çıkar mı? Eli farenin üzerinde, bilgisayarda aranıyor. Yazma konusu müphem. Resimleri tarıyor. İlk resim bu… Fotoğraf makinesi! İçine aldığı biçimden rahatsız… Giriş, böyle mi olmalı? Onu doğurmak istiyor. Hangi makine? Japonların gezintide kullandığı… Kanıt niyetine… Geçmişsevici olduğundan eski âlet edevata hayran. Onlarda güven duygusu var. Hem duygusu olmadan insan yaşayamaz. İnsan kendisi için saçma olanı seçebilendir. Kendi zararına, bile bile… Bir İsviçre saati aldığında, onu torununa hediye edebilirsin, edebilirdin. Torun da büyük babasına hayran kalır. Çünkü toplulukta anlatacağı bir hikayesi vardır. Hikayesiz insan yaşayamaz. Dedenin başarısızlıklarını diliyle örter. Dedenin ismi büyükbaba oluverir. Hafiften burnunu kırıştırır, torun. Saatin hikayesini etraflıca, bir başına yaptığı denemeler gibi, anlatır. Yüzünde ve gözünde hem tatmin, hem de utanç vardır hikayenin sonunda. Tek başına iken dinleyici coşmuştu hayalinde, şimdi de, öyle mi? O heyecan kıpırtısını bulamaz. Utanç ondandır. Sonra dinleyicilerin, yani sözde arkadaşlarının kendini kıskandığını varsayar. Tatmin de bundan. Bizim dedelerimiz hakiki dedelerdi. Büyükbaba olamadılar. Hep düşkün hikayeleri kaldı. Öyle diyor. Hep öyle… Ne ev, ne araba, ne de saat… Biz de dede kalacağız zahir, diyor. Torunlarımıza bırakacak tek eşyamız yok. Torunumuz mirasçı olmayacak. Habire sövecek, dili bile güngünden uzayacak, bozulacak. Tek kalıtı bu bozulma. Diyelim ki bırakmak istedik. Ne bırakabiliriz ki! Giysi mi; iki senede yıpranıyor, televizyon mu; doğrudan çöpe gider. Şimdi hangi cep telefonu, toruna kalabilir. Öyle bir mal var mı? Seiko bile bozdu. On senede pimi atıyor. “İddia ediyoruz, bu torununuza bile kalabilecek şeydir, artık neyse”. Küçük harflerle “o gün teknik hizmetini vermeyiz, o başka”. Metalar! İnsan ömründen kısa. Bilgisayarlar, ne zamana eskimez. Tamirci! Bulamazsın. Bozuldu mu, at gitsin. Şöyle demeli, zaman tersine döndü. Şimdi devre alışsın için torunlar dedelere telefon hediye ediyor.

O; günün şartlarına, hıza ayak uyduramıyor. Yavaş! Kendini hep iki, üç sene öncesinde zannediyor. Orada takılmış, emekliyor. Mahallenin değiştiğini, etrafı yirmi katlı binalarla kuşatıldığında anlayan müstakil ev sakini. Güneşe evi kapanmıştır. Rüzgara da… Sokaklardan yayılan çöp kokusu, cabası. Eskinin büyüsünden uzaklaşamıyor bir türlü. Bugün aslında dündür. Terlikleri… Onlardan vazgeçemiyor. Bu dolambaçlı yolda onlarsız ne yapar? Alışkanlıkları! Onların da rengi atmış, değişmesi lazımmış. İşi belirsiz bir geleceğe fırlatıyor. Yarının işini bugüne bırakma! İş mi, bir iş var mıydı onu bile unutmuş. Sorunlar birikir ve bir gün çözersin. Sorunlar, sorumluluklardır. Onlar tepeleme lavaboya birikmiş tabak yığıntısı. Bir gün yıkayacaksın, bilirsin. O gün ha gayret yıkadığında büyük bir iş halletmiş kadar kurumlanırsın. Küfür denli sihirlidir. Kendini iyi hissedersin. İşi iteklersin olmaz. Olmazsa bir küfür salla. Bak, işler nasıl yoluna giriyor.

Zaman, evet! Bir aralık, günleri şaşırırdı, sonra âdet halini aldı. Ne de olsa, aynı dükkandan alışveriş yapıyor. Kasadakiler değişiyor; ama onun aldığı şeyler değişmiyor. Yediğini değiştirmeye yeltenemiyor. Belalı bir gündem, onun için. Zaman, yani zaman. Kapıda bekleyen ev sahibi. Haftaları ve ayları ve yılları günlere ekledi. Artık hangi yılda yaşadığının farkında değil. Abartmayalım, soracak olsak tabii ki cevaplar. Der, ama duralar. Bir yıla alışması, ilk yarısının bitişine yakın. Günleri hep aynı, tepisiz vuruşla iniyor ve çıkıyor. Dünden, geçen haftadan buraya gelemedi. Oralarda geziniyor. En azından aklı ve fikri… Yoksa yenilik tutkunu zıpçıktıların elindeki aletlerle o eski fotoğraf makinelerini karşılaştırır mıydı? Eskiler, gençler… Yaşlı da hissedemiyor. Erken yaşlanma illetine tutulmuş. Belki de hissiyatı, “ben zamanı görmezsem, o da bana dokunmaz”. Deminden “o zamanlar bir Polaroid’le bir lise ya da üniversite öğrencisi harçlığını çıkarırdı”, demişti. Şimdi hepsi kasanın ardında. Hepi topu köşeyi dönecekler, dönemiyorlar. Fotoğraf makinesi nereden gelirdi? Ekseriya Almanya’dan… Almancılarla! Irkçı tabir, bilmez mi? Şöyle mi söylemek lazım mış? Almanya’da doğmuş, boy atmış Türk asıllı Türk. Gerçi bunu pek iplemezlerdi. Son zamanlarda alınganlaştılar gerçi. Medeniyetin sokaklarını adım adım sayarlarmış. Son zamanlarda herkes alıngan. Yine de arabayla kavşağı dönemezmişler. Burada kavşakların kavisi keskin. Dönemeçte mezarlık var. Görüşünü kapatır. Orası İngiltere değil, gene de kaç kazaya şahit olduktu. Hayır, fotoğraf makinesi olmaz. Gel geç bir mevzu. Şimdilerde cep telefonunda tek düğmemsi görüntüyle silinebiliyor. Hem resim çekmeyi kim sanat olarak sunuyorsa halt etmiş. Tek kelimeyle halt. Halt etmiş. İlginç yüzler bulun, tercihen düşkün olsun. Tabiatiyle bakışları derinleşmiştir. Dünya, kılçığıyla göz bebeklerinden içeri akar. O acıyı yakaladın mıydı, resim başarılı demekmiş. Zahmetsizce. O denli… Hem bu makineden sonra tuvale fırçasıyla kim eğilir? Tuvaller büyük artık. Başlar yukarıda o harala gürele. Her fırçada iki adım geriye git. Büyük resme bak. Bunaltıcı! Zenginlik çağındayız. Sanat eseri milli hazine değil, zengin manzarası. Manzara bile değil. Odayı kaplayan renk bütünü… Ressamlar! Yaptıkları varsa yoksa büyük, enli neye benzediği tartışmalı kabartmalar. Onlardan iğreniyor, resme ihanet ediyorlar. Hörmenetikçiler denli, caka satmaktan, kurumlanmaktan, kendimi ifadeye zorlanamam kayıtsızlıklarından geçilmiyor. Zengin g.tler…

Önünde yıllar var, diyor içindeki ses. Yoksa yanında mıdır? Ona ne demeli? Yerli yersiz konuşuyor. Konuşmayı nereden öğrendi? Dersini aldı fakat. Talimli, ona güvenmiyor. Çünkü her “her şey iyi olacak” deyişinde, eziklik saklı. Allah’tan, havsalası zıt şeyler fısıldıyor. İyi olan, iyiye giden bir şey yok. Ses, bunu her dediğinde, umutlanır gibi oluyor. Dakkasında fısıltıyla, umudu sönüyor. Sahtekar! Önünde yıllar, yankılanıyormuşmuş. Öyle mi? Hadi oradan! Jack London senin yaşında iken ne yazdı, bir bak. Ne dedin? Saçmalama! olur mu öyle şey? hah?! Bay London, onun zamanında, şimdide yaşasaymış, kesinkes daha iyi bir mevkide olmazmışmış. Hem Bay London ailesine, torununa ne bırakmışmış… İyi bir dünya mı? Yüzünün koyultusu sulardan silinmiş de gitmişmiş. Hatta iddiasına var mıymış, Bay London ondan daha beter durumda olur, orası su götürmezmişmiş.

Sarhoş mu, bilmiyorum. Buradan bakınca ayık zahir, ama ne dediğini bilmiyor!

Jack diyor, zati hırsız. Tırnakçılıkla meşhur oldu. Sonu evet iyi bitmedi. Her şeyi zamanında ve zemininde değerlendirmek lazım. Bu cevapla kendinden iğreniyor. Kalburaltı tarihçi ve siyasetçilerin ağzındaki iğrenç sakız. Sakızın çiğnenmişi iğrençtir. Hayali bile.

İtirazlar ve yatıştırıcı sesleri birbirini med cezir denli kovalıyor. Gönlü! Bulanık.

Keşke saçlarım diyor, böyle kirpi gibi insanların gözüne batmasaydı. Kafasını iki eli arasına yerleştirip yuvarlaklığını duyumsuyor. Kafasında unuttuğu benler var. Et fışkını. Yuvarlak, maun bir tutamak hayal ediyor. O da öyle değil. Bu dünyada hiçbir şey hiçbir şeye benzemez. Eğer bilseydin. Aymadığından, ayırt edemezsin. Her şey her şeye benzemeye başlar. Kafasının arkasındaki o çıkıntı neye delaletti? Ense kökü, nasıl da uysal. Orayı sıvazlamayı seviyor. Kendi kendini teselli eder gibi. Bir o kalmıştır. İlk insanlardan, büyükbabalarından yadigar…

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s