Yazar: Ömer Gülen
Arzularınız artık size ait değil…
Bir müşterinin fikirleri olmadığını asla unutmamalı…
(99 Francs Filminden)
Yoğurt Mayalamanın Zarureti Üzerine: Bu yazı için kullandığım başlığın ‘99 Francs’ filmiyle doğrudan bir ilişkisi yok. Yazıyı yazmaya başladıktan bir gün sonra filmi izledim. Fransız komedisinin klasik örneklerinden biri olmaya aday film, reklam piyasası hakkında. Film, bir yoğurt markasının, acilen satması gereken ürünleriyle ilgili çekmek istediği reklam etrafında kurgusunu oluşturuyor. Filmin temel problematiği ise yaşadığımız dünya. (Şüphesiz film için en sıradan tanıtımı yapmış oldum.) Yazmak istediğim yazıyla, filmin eleştirdiği modern uzam arasında var olduğunu düşündüğüm temas filmden alıntılarla yazıya giriş yapmama neden oldu. Böylesi bir filmi tavsiye etme hatası içine girmeyeceğim. Ama zevklerimin ne türden beğeniler peşinde olduğuna dair ucuz gösteriden kendimi alamıyorum. Yani herkesin, kendi zevkine uygun bir tüketim alışkanlığını görselleştirdiği büyük bir çıkmazın içerisinde olduğumuzu bu şekilde ilan etmiş oluyorum. Hegel’in ‘özgürlük zorunluluğunu bilmektir’ sözü zaruret olarak gördüğüm şeyle doğrudan ilişkili. Bu sözde önemsediğim anlam, yaşama ayrıca bir zorunluluk külfeti ekliyor. Bu zorunlulukla, zaruret olarak hissettiğim şey arasında güçlü bir bağ var. Aklı, kendimiz olmanın nedeni olarak gördüğümüzde bu bağ ortadan kalkıyor. Balığın teveccüh etmeyeceği iyiliği Tanrı’nın zayi etmeyeceğini biliyorsak her türlü zorluğun özümüze ait olduğunu ve küçük gördüğümüz şeyler karşısında bize özgürlük bilinci kazandıracağını anlamış oluyoruz. Yazının devam etmesi öncesinde Slavoj Zizek’in Kıyametin Versiyonları kitabında Stalin’den alıntıladığı bir söz, bu yazıda anlaşılmasını istediğim gerçeklik için belli bir kaygı düzeyine işaret etmektedir: “Atom bombası, sinirleri zayıf kişiler için değil.” Şüphesiz 2021 dünyasında, en az kaygı duymamız gereken şey Atom bombası. Gen-bilimcilerin, sentetik insan modelleri geliştirme konusunda geldiği nokta, büyük bombaların kullanılması sonrasında gerçekleşecek felaketten daha zararlı bir seviyede sürdürülmektedir. İklim felaketlerinin baş müsebbibi olan kapitalistler (kapitalist kelimesini okur okumaz, ne boş hezeyanlar dediğinizi duyar gibiyim), yeni insan modelleri yaratmak için bilimci insan müsveddelerine korkunç paralar akıtırken, bu hikayede bizim yerimiz neresi sorusu daha bir önem kazanmakta.
Dünyaya dalgın bakan birinin hep aynı ezgiyi söyleyip durduğu gecenin sabahında, zaruret olarak duyumsadığım şey, yaşamın ne kadar umurumda olduğunu gün geçtikçe daha kavi bir şekilde duyumsamamdan kaynaklanıyor. Dünyanın varlığını hissettiğim bu yerdeki kendilik bilinci bir imkan arayışına dönüşüyor. Allah resulünün “kıyamet anında bile, elinizde bir fidan varsa onu dikiniz” hadisiyle bencilliğimin izin verdiği en zayıf yerden irtibat kurmaya çalışıyorum. Resulullah bize doğrudan yaşamakla ilgili bir terbiye biçimi öğretiyor. Bu öğreti, geçici olan dünya fikriyle, yaşama doğrudan müdahale edebileceğimiz politik bilinç aralığında kendi estetik biçimini yaratıyor. Böylece millet bahçelerinin ciddiyetsizliğini, milli pazarın ise ne kadar hayati bir şey olduğunu fehmedebiliyoruz. Ben, sofrasında el yoğurdunun, hoşafın, reçelin, eriştelerin yapılıp yiyildiği, bahçesinde mevsimlik sebzelerin meyvelerin yetiştiği bir dönemde çocukluğumu geçirdim. İstanbul’un yanı başındaki mahallemizde, bir iki komşuya ait kuyu ve başka birilerine ait inekler vardı. Tavuklar, hindiler, kazlar cabası. Talihsiz gençliğimde ise her köşe başında marketler açılmıştı. Bu marketlerin bir evin sofrasını nasıl talan ettiğini gördüm. Mahallemizdeki bahçeli evlerin hızlıca betonarme yapılara dönüşmesini de. Ne kaybettiğini bilen biri olarak yoğurt mayalamanın zaruretinden bahsediyorum. Burada yakaladığım ciddiyet ile entelektüel ilgimi, bir dünya bilgisi haline dönüştürüyorum.
Tarihin Tini Bizim İçin Neden Hz. Muhammed’in Varlığında Anlam Kazanır: Modern hayatın parodisi, bütün aptalca tutkuları özgürlükmüş gibi hissettiren bir kültür sanrısı yaratmasında karşımıza çıkıyor. Bu kültürün tahakküm gücü parayla ve hazla örülü. Modernliğin başımıza bela ettiği akıl şuracıkta dursun, İslam düşüncesinin tarihin dışına itilmesine engel olan Muhaddisler, bizde bir tarih bilincinin canlı kalmasını sağladılar. Dindarlığımızı, felsefenin ve kelamın esir aldığı Allah ve vahiy bilgisine karşı muhafaza eden, Resul-i Ekrem’de karşılaştığımız ve bir dünya bilgisi şeklinde varoluşumuza eklenen bilinçti. Bu bilinç kültürel ethosumuza, “neyin lehimize neyin aleyhimize olduğu” fıkıh bilgisiyle yerleşti. Hegel’in “Tanrı’nın bilgeliğinin doğada tanınacağı konusunda bir geleneği sürdürüp duruyoruz” dediği sözde, -hayatın kendisiyle belli bir dünyagörüşü çerçevesinde ilişki kurabileceğimiz bir anlamı dışarda tutarsak- büyük bir haklılık payı var. Bu durum da Tanrı’ya teist ya da ateist (ve de deist) şekilde inanmakla bağlantılı keyfe keder bir saçmalık alanı oluşturuyor. Uzakta aranılan her şey, sahtelik içerir. Akıl dünyayı, kültürün ve duygunun kategorileri şeklinde değil, gündelik hayatın belirlediği müphem içerikte algılar. Yani akıl hiçbir zaman özgür değildir. Aklın büyük işlevi de bu gerçek sonrasında başlar. Araplar “Kişinin seçimi aklının delilidir” dermiş. Arabın en akıllısı dedikleri adamların ahlaksızlığını düşününce, eski Arapların bu sözünün nereye denk düştüğünü anlamak için iki şeyi birbirinden ayırmamız gerektiğini fark ediyoruz. Bizi dünyaya bağlayan akıl ile bizi dünyaya karşı uyanık kılan aklın doğasındaki farklılık. Birinci akılda, sahip olmanın iğvasına kapılmış her türden düşüklüğü görüyoruz. İkinci akıl, dünyevi olanı küçük görmekle ilişkili.
“Hakikat Ölümcüldür”: Ünlü fil hikayesini hepimiz biliyoruz. Körler file dokunup, filin ne olduğuna dair tahminlerde/tanımlarda bulunur. Bu hikaye, bilinci önemsemeyen (dolayısıyla kendisini önemsemeyen) o kadar çok homo academicusu mutlu eder ki, hikayede geniş bir bilimsel nosyonun gizli olduğunu büyük bir bilgelikle anlatıp dururlar. Körlerin tahmini, bilgiye yaklaşmaktaki çok-anlamlılığa, bu sonuçta bilgide hakikat arayışının anlamsız olduğuna evrilir. Daha sarsıcı olan bir başka Hint hikayesi ise şöyledir. Birkaç körle birlikte bir dilsiz yolculuk yaparken bir fille karşılaşırlar. Körler yaklaşan devasa cismin kendilerine nasıl zarar vereceğini düşünmeden büyük bir merakla sese doğru koşarken, aralarındaki dilsiz arkadaşlarının neyle karşı karşıya olduklarını görerek bağırmaya çalışır. Birinci hikaye, düşüncede idealist arayışların beyhude olduğu seküler bir eğitim anlayışına malzeme yapılır. Her ne kadar bu biçimiyle de yanlış kullanılsa da. İkinci hikayede hakikatin fil olduğuna dair yamuk bir bakış içine girersek, birinci hikayedeki seviyesizliğe razı olduğunuzu göstermiş oluruz. Hakikatle ilişkimiz tanımlanamayan aralıkta gerçekleşir. Bu ilişki beş duyunun ve aklın sınırlarının dışında bir gerçeklik içinde anlam aralıklarını oluşturur. Hayat bilgisi, bu sürece sirayet eder. Bilinç tamamlanmamış şeyler karşısında duyduğu heyecanla korku ve ümit arasındaki (neden titreme değil de ümit ayrımında modernleştirilemeyecek olan ama aksi gerçekleşirse Müslümanlığımızı kolayca küfrün fasid dairesi içine sokabilecek bir tehlike var) yerini tanır. Kendi arayışımızdaki noksanlığı fark etmek için bir başkasının tecrübesine tam burada ihtiyaç duyarız. Bir üst-insana. İnsan-ı Kamile. Muhammed’e ve İsa’ya.
“Kader Gizlice Seyahat Eden Tanrı’dır”: Güzel bir Fransız filmi daha. Yao. Yönetmen izleyiciyi eğlenceli bir Afrika seyahatine çıkarıyor. Afrika kökenli bir Fransız yazar Senagal’de kendisi için düzenlenen bir imza gününe katılır ve yazarın kitabını okuyan bir çocuk da kitabını imzalatmak için zorlu bir yolculuk sonrasında programın olduğu yere gelir. Yazar, çocuk tarafından önüne koyulan sağı solu yıpranmış, keçi tarafından yenmiş sayfaların elle yeniden yazıldığı kitabı görünce hayret içinde kalır. Çocuğun hikayesini öğrenince onu köyüne götürmeye karar verir. Geri dönüş hikayesi eğlenceli bir Odysseus yolculuğuna dönüşür. Bu yolculukta yazarın arayışı yönetmenin sinematografisinde kişisel bir arayışa evrilecektir. Doğrudan yönetmenin kendi arayışıdır film artık. -Modernleşen her zihin, insani olanın ne olduğunu tanımak için Afrika’yı bir varoluş meselesi haline getirecektir.- Yolculuk, yazarın arabasının bozulmasıyla sıkıntılı bir hal alır. Bir tamirci bulurlar ve o gece tamircinin evinde misafir kalırlar. Tamircinin annesi, yaşlı bir Şamandır ve yazarın yolculuğunun doğrudan kişisel bir arayışla bağlantılı olduğunu ona söyler. “Bütün dönüşler yuvayadır.” Her türlü arayış, tamamlanmamışlık bilinciyle birlikte, öze yönelik bir duyarlılık geliştirir. Modern olan bizlerin talihsizliği, makrokozmozun gizemini yitirdiği, doğrudan bizi anlamın dışına çıkartacak olan modern mekanın içinde bu yolculuğu yapmak zorunda kalışımızdır. Filmin klasik sinema boyutlarına ulaştığı yer tam da modernliği mesele haline getirdiği şeyle ilgili elimizdeki en güçlü imkanı bulgulamasında karşımıza çıkıyor: “Şiir kaybolamaz. Çünkü kaybolursa umudumuzu nerede buluruz.” Hayatımızla ilgili zaruret, kişisel hikayemizi, reklamın her türünden korumakla nasıl mümkünse, kültürle ilgili hassasiyet de şiirin dünyasına yaklaşmakla mümkün olacaktır. İki durum da estetik bir uyum içinde varlığını sürdürür.
“Her şey geçici. Aşk, sanat, bu dünya, sen ve ben”: Bu sefer ortada bir aforizma yok. Doğrudan acil mayalanması gereken yoğurdun zaruretiyle ilgili bir gerçeklik var. Her şeyin geçici olduğuyla ilgili bilgelik karşısında zarureti duyumsamak, varolmak kaygısını umudun sınırlarına taşıyor. Üretilmiş olmanın sahteliği her bir köşe başında bizi tüketimin havarisi yapma derdinde. Yaşadığımız dünyada her şey pazarın ve pazarlamanın/marketing konusu. Sentetik şeylerle inorganik insan bedenleri haline getiriliyoruz. Sentetik virüs, sentetik aşılar bizi anlam olarak kolayca yapay zeka formatına dönüştürüyor. Dünyayı bu biçimiyle kabul edince, yani herkesin felaketinden memnuniyet duyacağımız bir çaresizliği hayatta kalmanın ön kabulü haline getirince, insan olmakla bağımızı inceltmiş oluyoruz. Tam burada bütün ilahi metinlerdeki ana mesajı bilgi derecesinde duyumsamamız gerekiyor: İnsan olmanın belirgin vasfı akıl değil, özgürlüktür. İnsan, neyi tercih ettiğiyle türünün alışkanlıklarından sıyrılır. Kendini duyumsamanın ayrıksılığı, etrafındaki kalabalığı cehenneme dönüştürür. Her türlü bilincin, aşkın derinlik sınırına ihtiyacı var. Sanatı zevke değil, hayatın derinliğine ilişen bir kaçışa dönüştüren gerçek de burası. Dünya böylece yeni bir anlam kazanabilir. Ne Descartes’in ne Kant’ın ne de gen-bilimcilerin boktan dünyası gibi değil. Sadece insanların yaşadığı bir dünya da değil. Allah tarafından yaratılmış her bir canlının yaşama hakkına sahip olduğu bir dünya. Resulullah, “iyilik kıyamete kadar atların alınlarına bağlıdır” sözüyle bizi nasıl bir gerçekle yüzleştirmek istemiş olabilir. Bu yazıda terbiyesine sığındığımız iki hadis, bizi doğayla ünsiyete sokacak manalarla karşılamaktadır. Bizler, karşılaştığımız her türlü felaketin modernlikle ne kadar ilişkili olduğunu sarahaten gördüğümüz bir tarih aralığında yaşıyoruz. Kapitalistlerin, Tanrıyı kıyamete zorlama türünden güya meseleyi dindarca hesaplar içinde gösteren yalanlarının ötesinde, dünyayı içine soktukları gerçek bir çıkmaz var. İşte bu çıkmaz içerisinde herkes, doğayı kıyamete zorluyor. Bu noktada bencilliğimizi ve ölümü bir kaçış haline dönüştürebiliriz ve bu da çocuklara bırakacağımız en büyük ahlaksızlığımız olacaktır. Belki herkesleşmenin ortak gramerinde doğruya dönüşmüş ahlaksızlık yaşamak için bir sağduyuya dönüştürülebilir. Modern akıl bu gramer bilgimize teolojik bir çıkış yolu bulacaktır muhakkak. “Tanrı yoksa her şey mubahtır.” Batı’nın ‘altın çağ’ zırvalıkları yarattığı kültürle birlikte bir kenarda dursun, alemlerin bir Rabbi olduğuna inanan insanlar, ölümü umursamadıkları yerde, umudun temsilcileri olabilirler. Yeter ki İsmet Özel’in belirttiği gibi ‘küfrün ihsanı olmayacağını’ Müslüman ferasetine dönüştürebilelim. Geriye sadelik kalacaktır.