Yazar: Hadi Ensar Ceylan
Ali Fuat Bilkan, Fakihler ve Sofuların Kavgası: 17. Yüzyılda Kadızâdeliler ve Sivasîler, İletişim Yayınları, İstanbul 2019.
İpek Üniversitesi eski rektörü Ali Fuat Bilkan’ın, Kadızâdeliler ve Sivasîler çatışmasını incelemeye çalıştığı Fakihler ve Sofuların Kavgası adlı kitabının, köklü bir yayınevi olan İletişim Yayınları’ndan çıkmasına karşın tabir yerindeyse “İslam tarihi alanında akademik bir çalışma nasıl yapılmaz” sorusunun somut örneği olarak derslere konu edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Böylesine niteliksiz bir kitabın ortaya çıkma sorumluluğu, yazara ait görülemez sadece. Metni ciddi ve ilmî bir editörlük sürecinden geçirmeyen İletişim Yayınları’nın da bunda payı büyük. Yayınevine düşen, kendilerine böyle bir kitap ulaştığında alanında uzman bir ya da birkaç ismin hakemliğine müracaat etmek olmalıydı.
Yakın zamanda okuduğum, yine aynı yayınevinden çıkan Thomas Bauer’in Müphemlik Kültürü ve İslam adlı kitabında da yazıya konu olan kitapla mukayese edilmeyecek hafiflikte olsa da benzer bir alan editörlüğü sorunu vardı. Bir kitap İslam’la alakalı ise en azından kavram kullanımları ve birincil kaynaklara ulaşabilme gibi temel açılardan metnin gözden geçirilmesine ihtiyaç var. Bu noktada güzel bir örnek olarak Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Houari Touati’nin Ortaçağda İslam ve Seyahat adlı kitabını hatırlıyorum.
Kadızâdeliler ve Sivasîler çatışması, fıkıh ve tasavvuf geleneklerinin birbiriyle uyuşmazlığından belli ölçüde beslense de daha çok, hangi alanı veya görüşü temsil ederse etsin bir grubun iktidar gücünü yanına almasıyla beraber muhaliflerine karşı yapabileceği sindirme hareketinin örneklerinden biri olarak okunabilir. Ali Fuat Bilkan, mensubiyeti ne olursa olsun aşırıya kaçanların tarihini, güya fıkhın kötü, tasavvufun iyi olduğuna dair bir ima ile anlatmaya çalıştığından indirgemecilik yapmak suretiyle büyük bir yanlışa düşüyor. Mesela şu ifade gerçekten evlere şenliktir: “Klasik medrese müfredatının kuralcı olmasına ve ayrıntıya (fürû) önem vermesine karşılık; tasavvufî anlayış, farklı kavramlarla inanç, iman ve ibadetin samimiyetle ifasına değer verir.” (s.116) Kadızâdeliler ve Sivasîler çatışması kitabın farklı yerlerinde akılcı-nakilci; bilimci-dinci; şehirli-taşralı; yenilikçi-gelenekçi gibi söz konusu örneğe hiç uymayan genellemelerle değerlendiriliyor. Hal böyle olunca yazar, afaki konuşmaktan öteye gidemiyor.
Kitap fıkıhla ilgili olduğundan esasen alanın kendi kaynaklarını kullanarak inceleme yapması beklenirdi. Ancak yazar bir edebiyat tarihçisi olduğundan kaçınılmaz olarak ikincil kaynaklarla yetinmek zorunda kalmış. Üstelik ikincil kaynak kullanımında dahi başarılı olamadan. Örneğin İngilizce literatürden daha yoğun olarak yararlanan yazar, bu literatürde akla gelebilecek ilk isimlerden Wael Hallaq’tan bile habersiz görünüyor. Zira öyle olmasaydı, en azından Hallaq’ın An Introduction to Islamic Law kitabına bakar ve fıkıh hakkında bu kadar yersiz değerlendirmeler yapması imkânsız olurdu. Mesela fakihi, “Müslüman toplumlarda toplumsal değişme ile din arasındaki ilişkiyi kuran kişi” olarak tanımlamayı tercih etmezdi (s.14). Fıkhın karakteristik bir özelliği olan “zahire bakarak hüküm vermeyi”, onu olumsuzlayacak bir niteleme olarak kullanmazdı (s.62).
Kitapta Kadızâdeliler hareketi, sıklıkla İbn Teymiyye bağlamında Hanbelilik ve selefi düşünce ile irtibatlandırılıyor. Bu da fıkıh tarihini hiç bilmemenin göstergelerinden biri. Güncel selefi bakış açısına ve Vehhabiliğe kaynak olarak İbn Teymiyye ile Kadızâdelilerin esas kökeni denebilecek Hanefi gelenek arasında büyük farklar vardır. Her şey bir tarafa birinin ehl-i hadis, diğerinin ehl-i rey olduğu harc-ı âlem bir bilgidir. Buna rağmen Kadızâdelileri İbn Teymiyye ile açıklamak, elma ile armutları karıştırmaktan bile beter bir görüntü arz ediyor.
Yazarın, çatışmanın sofular tarafını temsil olarak seçtiği ve üzerinde uzun uzadıya durduğu isimlerden Niyazi Mısrî değerlendirmeleri de şaşırtacak düzeyde. Eğer kitapta verilen bilgiler doğru ise Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i “Allah’ın seçtiği” kişiler olarak gören, dönemin Osmanlı sultanlarını Yahudi olmakla niteleyen, tahtın Tatar’ın hakkı olduğunu söyleyen, kendisine “haber-i vahiy” geldiğine inanan ve Kur’ân ayetlerinin yarısından fazlasının kendisi hakkında olduğunu belirten Mısrî, yazarın nihai değerlendirmesine göre “birçok iftira ve karalamayla karşı karşıya kalarak hayatının büyük bir bölümünde sürgün, aç, hasta ve oldukça zor şartlar altında yaşamıştır.” (s.113) Mısrî hakkında kitaptaki bilgilendirmelerden şüphelenmeme neden olan şey, kitabın genel niteliksizliğidir. Ama varsayalım ki bunlar doğru olsun, kitapta sofuların konumlandırıldığı şekilde hoşgörülü, akılcı, yenilikçi (!) bir yaklaşım sergileyen Mısrî bu şekilde olumlanmalı mıydı?
Son olarak bu kitabın boşluğu ile bir makalenin doluluğu arasında karşılaştırma yapmak isteyenler için konuyla alakalı nitelikli bir çalışmaya işaret etmekte fayda var: Mehmet Kalaycı, “Birgivî Mirasının Toplumsal ve Metinsel Taşıyıcıları: Kadızâdeliler ve Etrafındaki Ulema”, Sahn-ı Semân’dan Dârulfünûn’a Osmanlı’da İlim ve Fikir Dünyası (Âlimler, Müesseseler ve Fikrî Eserler) – XVII. Yüzyıl, 2017, s.431-455.
Bu eleştirilere katılıyorum. Kitabın adı da oturmamış görünüyordu: Fakihlerle Sofular değil de Fakihler ve Sûfîler olmalı değil miydi? “Sofu” kelimesi “sûfî” kelimesinden bozma ise de yaygın kullanımda “sofu” diye fakihlere veya fıkha önem verenlere deniyor. “Sofu” bazen “softa” şeklinde de kullanılıyor. Sofu denilen kimseler şer’î kurallara çok önem verirler, sûfîlerin en müteşerri olanları bile bu hususta suçlamalardan nasiplerini almışlardır.