Yazar: Mustafa Barış
Öğretmeninin hastalandığı haberini işittiler. Babası “Allah şifa versin!” dedi. Hastanın durumuyla ilgili malumatı aldıktan sonra karşı köye doğru yola koyuldu, küçük de olsa aldığı hediye ile. Hastayı ziyaret etmek zorunluluğunu hissediyordu. Zira sahip olduğu ictimâî mevkîsi öğretmeninin zamanında onun eğitimiyle ilgilenmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Yürürken bir film şeridi gibi aklından geçirdi tüm hatıraları, eğitim-öğretim serüvenini…
Oğlunu görmeyi de sebeplere ekleyerek yolculuğu iyiden iyiye makul ve içten hale dönüştürdü. Zaten tam böyle durumlarda evlât, yetişirler imdada. Neşeleri, olgunlukları, destekleri kısacası her şeyleriyle bu ihtiyar yaşında dayanakları. Evde küçükten başkası yoktu. “Bahçeye gittiler, birazdan gelirler Dede!“ dedi küçük. “Şöyle nefeslenmek için oturayım” derken, uzanıp hafif uykuya dalmıştı. Küçük acımasızca kapıyı çarpmakta.
– “Dedeciğim, kapıyı vurmasan?” dedi. Ama hiç oralı değil sevimli yaramaz. Sürekli çarpıyor kapıyı. Durdurmanın imkânı yok gibi gözüküyor. Sordu “neden vuruyorsun?” diye. “Küçüğüm, canım ne isterse yaparım.” dedi. Kerata akıllı. “Büyüğüm. Benim söylediğimi yapman gerekmez mi?” deme olasılığını baştan kaldırarak sarsılmaz delillendirme ortaya koyuyor kendince. Fiziki veya yaş olarak ondan daha küçük olabileceğini söyleyemezdi. Küçük de bunu kabul etmez zaten. “Başka yöntem bulmalı!” dedi içinden:
– “Akıl olarak senden daha küçüğüm. O yüzden dediğimi yapıp şu kapıyı vurmaktan vazgeçmelisin.”
Konuşma sırasında kapının nasıl ses çıkardığını tasvire imkân yok. Küçük hem kapıyı vuruyor hem diğer yandan dedeyle cedelleşiyordu.
– “Hayır hayır!” İsmet, fırsatı bulmuşken kaçırayım da istemedi doğrusu.
– “Makul önerinin dikkate alınması gerek değil midir?”
– “Evet de Dede!?”
…
Bir yanda küçüğe, “bir mesele öğretebildim mi?” sorusu zihninde onu meşgul ederken, diğer yanda öğretmenin hasta hali gözünün önünde hala canlıydı. Yüreğindeki vefayı ifa duygusuyla birazcık olsa da rahatladı… Gökyüzünde aşina olduğu bir garip hüzün! Şatahattan sayılacak birkaç kelamı da doğaya fısıldamadı değil, kendi köyünün yolunu tutarken geçtiği münbit vadinin zorlu, dik, yokuşunda. İhtimal, bu söz, yolun kenarında durgun durgun akan derede yüzen balıklar tarafından duyuldu sadece. “Kıymeti harbiyesi var idiyse, balıklar bunu bildi mi bilinmez.” diye aklından geçirdi. Ve nehre, ağaçlara, havaya, uzak ufuklara yönelen bakışının altında, bir kamp ateşinin kahveyi demleyen kıvılcımlarının gecenin karanlığında çıkardığı hem sem’î, hem nazarî, hem de derûnî dalgalanmalarının insan beden ve ruhunda yarattığı sürûrun kıvamında ve huzurunda bir tebessüm vardı.
Yüzyıllardır akan derelerde fabrika atıklarından balık vb canlı yaşayamamassı gibi küçük, küçücük konularda ancak böyle hayall kurulur…
Bu yeşil vadiyi Seferoğulları mı Tellioğulları mı kapacak?