Yazar: Ömer Gülen
Hastanenin önündeki geniş kaldırım üzerinde dizili ağaçlar, o kaldırımı kullanan kişiler için az da olsa ferahlık sunuyordu. Bu görüntünün, sağlık binasının etrafını sarmış olması ne büyük talih. Mösyö Volter, binanın projesini hazırlarken bu ayrıntıya dikkat etmiş miydi bilinmez. Belki de ağaçlar, Bentderesinin aktığı günlerden kalan bir hediyedir yaşadığımız günlere. Bu ihtimali güçlendiren bir gerçeği rahatlıkla gözlemleyebiliriz etrafı biraz kolaçan edince. Dere, yıllar önce kurutulmuş olmasına rağmen, yatağı boyunca inşa edilmiş yol bugün bile takip edilse, yol üzerinde aynı türde ağaçların varlığı rahatlıkla görülecektir. Yine de bu konuda çok iddialı olmayacağım. Bakarsınız bir belediye emektarı, boş vaktinin birini değerlendirmek için, nasıl ulaştığını daha sonra benim merak edeceğim yazımı bir şekilde bulup okur ve gayet alaycı bir tonla verdiğim bilgilerin ne kadar cahilce şeyler olduğunu yazar. Bunu göze alamam. Peyzaj ya da hudâyinâbit, nihayetinde ağaçların hastanenin etrafına şuh bir hava kattığını kim inkar edebilir. Bu ağaçlar arasında iri gövdesi ve kalın dallarıyla diğerlerinden farklı olan biri, pekala herkesin dikkatini çekiyordu. Bu ağaç, daha yeni budanmıştı ve talihsiz ağaç bu yeni haliyle oldukça komik görünüyordu. Gövdesinin görkemine rağmen, kısa kesilmiş dalların çatalımsı görünümü altında, sıska, utangaç bir hali vardı ağacın. Asıl üzücü olansa sadece bu ağacın budanmış olmasıydı.
Ağacın üzerinde kalmış bir kaç yaprağın sunduğu gölgeye sığınmış yetmiş yaşlarında bir ihtiyar, elinde tuttuğu selpakı, ıslak mendili ve yara bandını bir liradan satmaya çalışıyordu. Güneş bugün yakıyordu her yeri. Mevsimin, ne türden fenalıklar peşinde olduğunu bilecek kadar uzun yaşamış ihtiyar, bahar güneşinin yalancı sıcaklığına kanmama uyanıklığı göstererek yazlık bir mont giymişti bugün. Güneş de onun bu tedbirli davranışına inat, ısıttı da ısıttı ulaştığı her yeri. Ne yapsın şimdi ihtiyar. Hadi montu çıkardı diyelim, üzerindeki süveteri ne yapsın. Peki ya hiç hesapta yokken ortaya çıkan terleme belası. Sonra da çok sıcak oldu der demez, nereden çıkıp geldiği bilinmeyen esinti. Ey tabiat, senin güzelliğin hep mi bir tuzak insan evladı için. Bizim satıcı ihtiyar için tam bir tuzaktı ve bu tuzaktan kurtulmak için bu küçük gölgeliğe sığınmıştı. Alnında ter, üzerinde yazlık bir mont, öyle çaresiz gölgelikten medet umuyordu. Görseniz, hani nerede gölge diyeceğinizi biliyorum. Ama amcamız ilanihaye bu kadarcık bir gölgeliği mesken tutmuştu. Çünkü bir liraya satmaya çalıştığı sermayesi için en iyi satış yeri bu ağacın altıydı. Ağaç, hastane kapısına en yakın yerde duruyordu.
Kış boyunca elinde sermayesi, onu bu cadde üzerinde bir aşağı bir yukarı yürüyerek ısınmaya çalışır halde gördüm. İşgüzar bir dilenci değildi. Elindeki bir liralık ürünleri satarak geçinmeye çalışan garibanın biriydi. Dilencileri işgüzarlar diye tanıtmak doğru mu bilmiyorum ama bazılarının korsanca niyetler peşinde olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu mukayese de bizi yanlış yere götürebilir. Sonuçta zorla para topladıkları yok bu insanların. Belki de bir dilencinin halini en iyi politikacılar tanıtır bize. Neredeyse aynı işi, benzer sonuçlar için icra ederler. İki taraf da insanların duygularına hitap eder ve rollerini halkın önünde icra eder. Biri ahir dünya için kurtuluş, öteki kendince dünya hayatındaki kurtuluşu vadeder. Sonuç, iki durumda da aynıdır. Gizli gizli büyüyen bir servet. En iyisi bu bahsi burada kapatmak. Dilencinin fazlasıyla gurur duyacağı, politikacının kendine hakaret edildiğini düşüneceği bu mukayesede haksız olduğumu hissettiğim gerçekler yok değil. Ama bazı politikacılar var ki herkesten önce bu karşılaştırmamızdan onlar zevk duyacaktır. Kendileri o kadar idealist insanlar ki aynı işi yapan diğerlerinin dilenciden beter para düşkünlüğünü en iyi onlar bilirler.
Bizim dilencilerin zengin müşterileri pek yoktur zaten. Orta direk memur, emekçi iki üç kişiden küçük bir sadaka kopardı mı günlük nafakayı düze çıkarırlar alimallah. Zavallı emekçi ne anlar, kendisine kimlerin nasıl tuzaklar kurduğunu. Ona uzatılan ele bir bakar önce. Öyle çaresiz, acınacak bir eldir ki o, aylık bütçesinden küçük bir sadakayı o ele vermekten imtina etmez. Bunu bilen dilenci beyzade, zengin muhitlerine gidip orada zaman harcayacak değil ya. Kendisini küçük gören bir yüzdense, kendisine acıyarak bakan gözleri, gizli saklı kalmış onuru için daha değerli görüp pek çıkmaz fakir muhitlerinden.
Bahar güneşinden kaçıp bu ağacın gölgesine sığınmış ihtiyarın dilenciler kadar hesap kitap yapacak bir durumu yoktu. Onu yaz kış hasta haliyle sokaklara iten şey mecburiyetti. Hayat bazı insanların yaşamına bir şekilde musallat oluyor işte. Bu kişilerin de hep garibanlar olması kader midir, karma mıdır, anlamak güç. Tanrı bu işlerin neresinde duruyor bilmem. Madem ilahi adalete dair bir inanç var, amcanın da bu hakikate tutunmuş bir tevekkülü vardı. Bu dünyada çektiklerinin günahlarına kefaret olacağını söylerken, yaşadıklarını başka türlü anlayamayacağını söylemeye çalışıyordu. Bu hayatta bir başına değildi. Kendisine sorsak bunu diler miydi acaba. İki erkek evladından çok zamandır haber alamamış. “Gittiler ve bir daha dönmediler”, dedi. “Karımla bana yetecek bir emekli maaşım vardı ama ahretlik hastalanınca mecbur kaldım bu işi yapmaya. Yavaş yavaş ölüyor teyzen anlayacağın. Çocuklar da kayboldu. Gittikleri yerdeki tanıdıklara sorduk, anneleri hasta, gören olursa gelsin helalleşsinler diye haber verin dedik ama ne ses ne seda. Bizimkinin hastalığı tutunca, onun yanında kalıyorum ama biraz kendine gelince az az bunları satıp eksiği kapatmaya çalışıyorum. İnsanımız iyi çok şükür. Aralarında beni dilenci zannedenler de var. Hatta geçen gün bir ekip gelip aldı beni buradan. Komiser beyler, ben dilenci değilim dedimse de dinlemediler. Karakolda durumumu anlattım. Karı hasta, bana da varis teşhisi konuldu. Mecbur, birkaç kuruş kazanmak için bunları satıyorum. İlkten inanmadılar, araştırdılar durumu. Anlattıklarımın doğru olduğunu öğrenince, onlar da üzüldüler. Aynı polisler arada bir gelip hal hatır sorarlar şimdilerde. Biz emirle merhamet arasına sıkışmış bir halkız oğlum. Ne yapsınlar, onlar da emir kulu. Yalan yok, o gün kızdım içimden. Ama aynı polisler, ellerinde yemek poşeti bir öğlen yanıma gelince mahcup oldum.” Cebinden bir mendil çıkarıp alnına birikmiş terleri sildi. “Güneşin hiç affı yok bugün” dedi. Gülüştük karşılıklı.
Tam Allahaısmarladık diyecektim ki hastanenin acil girişindeki alanın içinde acı bir çığlık koptu. Aynı anda birkaç kişinin daha ağlama sesleri duyuldu. “Az önce bir ambulans gelmişti. Bu ağlayanlar, o ambulansla geldiler sanırım. Ağlamalarına bakılırsa genç biriydi ölen” dedi ihtiyar. Arabasını dar bir yere dikkatlice park eden elli yaşlarında biri, henüz arabanın kapısından inmişti ki ağlama seslerini duydu. Telaşla kalabalığa doğru koştu. Adam az daha, hastaneden bize doğru gelmekte olan, baba ve küçük kızına çarpacaktı. Babasının elini tutan küçük kız, dünyanın her yerinde aynı güzelliğe sahip sesiyle annesinin ne zaman geleceğini sordu babasına, yanımızdan geçerken. Bu güneşli havada hiç beklenmeyen soğuk bir rüzgar esti o sıra. Hastane bahçesini mesken tutmuş köpekler, ağlama sesini işittikleri ilk andan beri havlıyorlardı. Onların havlama sesine diğer köpekler de gelip eşlik etti. Küçük kız babasının bacağına sarıldı korkuyla. Ağlama seslerinin nedenini anlayan köpeklerin bir kısmı oldukları yere uzanıp etrafı kuşkulu kuşkulu izlemeye başladı. Bir kısmı ise çoktan gözlerini kapatmış güneşin tadını çıkarıyordu.