Yazar: Gürbüz Deniz
Ay ışığını güneşten alır ve hem onun adına ve hem de kendi adına dünyayı ve başka varlıkları aydınlatır. Işığın bütün kaynağı güneş olsa da ay var olduğu için kendisi üzerinden güneşe ait olanı, varoluşunda fiilî hale getirir. Bu fiilî hale getiriş ya da ayın da ışık saçtığını söylememiz ayın varlığının lüzumsuz olduğu kanaatine bizi asla götürmez. Bununla beraber ay, ışığını güneşten alsa da almasa da güneşin ışığında bir değişme olmadığı gibi ayın ışığından faydalanması nedeniyle güneşte bir eksilme ya da çoğalma da olmaz. Biri fail diğeri meful, ancak meful da kendi içinde başkalarına nispetle fail konumunda bulunmaktadır.
Hürriyet hakkında, kendilerinden vazgeçemediğimiz temel soru/sorular şöyle: İnsan özgürse, Tanrının -mutlak manada- özgür olması mümkün olur mu? Tanrı mutlak manada özgürse insanın özgürlüğünden ne kadar bahsedilebilir? Ya da soruları şöyle sorabiliriz: Tanrı; mutlak olan kadim bir bilgi, kadim bir irade ve mutlak bir fiil ve kudrete sahipse insanın özgürlüğünün bir anlamı olur mu ya da bu ne kadar özgürlük olarak kabul edilebilir? Tam tersine Tanrı mutlak ilme, geleceği belirleyecek mutlak kudrete sahip değilse böyle bir Tanrı’ya bir müminin iman edip O’na ibadet etmesi anlamlı olur mu? Çünkü bu konumdaki Tanrı eksik ya da yetersiz bir Tanrı olduğundan/olacağından mümine imanının gereği olarak nasıl güven telkin edebilir? Kullukta esas olan dua ve istemedir. Bu imkân bir tanrıda bulunmuyorsa böylesine birine tanrı demek doğru olur mu? Bu soruları daha da uzatmak mümkün iken biz bu zikrettiklerimiz ile kayıtlı kalarak, İslam metafiziğine göre cevap/cevaplar bulmaya gayret edeceğiz.
“İnsan -başka biriyle herhangi bir bağlantıya/ilişkiye girmeden ya da girerek- neden ve nasıl özgür olur?” dediğimizde burada bizi iki temel bir de arızî cevabın beklediğini düşünmekteyiz.
Temel imkânlar:
1.İnsan geleceği bilmediği için geleceğini tayin etmek, yani hayatını anlamlı kılmak için iradesini kullanarak başkalarıyla ve başka şeylerle ilişkiye geçer. Şunu biliyoruz ki az veya çok, öyle veya böyle iradesini kullanmayan bir insanın varlığı imkansızdır. Demek ki, irademizi kullanmamızın birinci gerekçesi; varlık hakkında ve kendi hakkımızda kesinlik belirten belirleyici bilgi sahibi olmadığımız için geleceğimizi belirlemek adına muhtemel imkân ve alternatifler arasında kendimizi tercih yapmaya zorlamamızdır. İnsanın hür olmasının bu en temel nedeni; geleceğin nasıl meydana geleceğini mutlak manada bilmemesinden neşet eden bir yetersizlik halidir. Ancak insan kendini gerçekleştirmek için imkanları ve kapasitesi ölçüsünde geleceğinin nasıl vuku bulacağını elindeki işaretlerle/delillerle belirlemeye yani bilmeye uğraşır. İşte bu uğraşının adı insanın iradesini kullanmasıdır. Bu uğraşı, kişiden kişiye farklılık arz eder. Bazen bu bilgi gerçeğe çok yakın olur, bazen daha önceki tecrübelerden hareketle gerçeğin kendisi olabilir. Fakat -çoğu zaman- ihtimal olarak bilinemeyen bir bilgi her zaman mevcudiyetini sürdürür ve bu sebeple de insan merakını gidermek için bilme gayretini hayatı boyunca devam ettirir. Şunu anlatmak istiyoruz ki, insan hürriyetinin birinci vazgeçilmezi doğrudan ya da tabii olarak bilinmeyenleri bilinir kılmak için iradesini kullanır ve böylece de hür bir varlık olduğunun ispatını yapmış olur. Burada hürriyet, kelime manasının da işaret ettiği üzere insanın bir şeye ulaşmak için kendisini o işe vakfetmesidir.
2.İnsanın hür olmasının başka temel bir gerekçesi ve çoğu insanın fark etmediği ya da görmediği cevap ise, insan her şeye sahip olmadığı, yani muhtaç bir varlık olduğu için, sahip olmak adına iradesine ve ihtiyarına hitap eden -varoluşunu tamamlayacak- seçeneklerden birini seçerek hayatında noksanlıkları tamamlamak amacıyla mücadele eder. Bu mücadelenin adı da insan hürriyetidir. Böylece anlıyoruz ki, her insan az veya çok, farkına varsın veya varmasın ya da kabul etsin veya etmesin yaşamak için -yani en azından zaruri ihtiyaçlarını temin etmek adına- iradesini kullanmak zorundadır. İradesini kullanmayan insan, ölü insandır, insan için iradesiz hayat mümkün değildir. O zaman insanın hürriyet sahibi olması, o insanın hayatına eşit bir değerdedir/konumdadır. “İrademi bir şey elde etmek için kullanmıyorum” diyen biri iddiasının aksine, yaşama devam ettiği ve hatta nefes aldığı için hürriyetini kullanıyor demektir. Bu durumda hürriyet; insanın geleceğini gerçekleştirmek için zorunlu olarak -farkına varsın veya varmasın – aynı zamanda gerçekleştirdiği zihnî ve fiilî faaliyetidir. Bu faaliyet insanın doğumundan ölümüne kadar devam etmektedir.
Arızî imkân:
3.Yaşadığımız çağda çok belirgin bir şekilde ortaya çıkan bir başka hürriyet imkânı ise insanın sürekli rekabet içinde olmasından dolayı, -adaletli var olmayı öteleyerek- her şeyi elde etmeyi ihtiyacı sanıp, hayatını yalınızca dünyevî ihtiyaçlarını gidermeye vakfetmesidir ya da hayatını ihtiyacı olmayan arzularının kölesi yapma uğraşısıdır. Sonuçta burada da ciddi bir şekilde irade ve kudret kullanımı bulunmasından dolayı bu tür davranışlara da hürriyet demekteyiz. Hürriyet irade ve kudret kullanımı olarak varoluş halimizdir. Hürriyetin iyi veya kötü olarak isimlendirilmesi ise din ve ideolojilerin tekliflerine göre farklılık arz eder.
Hiçbir insan kabiliyetlerinin fevkinde, imkânlarının üstünde, hürriyetini kullanma, aktive etme kudretine sahip değildir. Bu durumda; bir insanın hürriyetini kullanma sınırı, doğuştan sahip olduğu ve sonradan da sınırlı olarak kazandığı kabiliyetleri ve zatı dışında sahip olduğu kullanılabilir imkânlarla sınırlıdır. Böylece özet olarak söylersek, herhangi bir insanın hür olma gerekçeleri: Geleceği kesin bilmemesi, her şeye tam sahip olmaması/olamaması yani muhtaç bir varlık olması ve bu ihtiyaçlarını temin ederken doğuştan kabiliyetleri ve sonradan sahip olduğu imkanlarla hürriyet alanını sınırlı da olsa kullanmasıdır. Biz insanlar için hürriyet öyle veya böyle bu anlamlara gelmektedir ve bizler hürriyeti de böyle anlamaktayız. İnsanlar için söz konusu ettiğimiz böylesine bir hürriyet anlayışı tanrı için söz konusu edilebilir mi? Edilirse nasıl sorunlarla karşılaşırız ve edilmezse bu durumda da tanrının özgürlüğü hakkında bahis açmak mümkün müdür? Çünkü bu türden sorular sorulmadan tanrının hürriyeti/özgürlüğü hakkında konuştuğumuzda ya sonuç vermeyen tartışmaların içine hapsoluyoruz ya da tanrı bizim gibi mümkün varlık kategorisine benzer kimliklerle arzı endam etmektedir. Kanaatimizce tarih içinde özellikle kelamcılar ile filozoflar arasındaki bir anlaşmazlığın kaynağı da burada yatmaktadır.
Tanrının özgürlüğü meselesi, eğer bir mesele ise ya da mesele olması gerekiyorsa, bizim açımızdan, bu meselenin açıklanması ve üzerinde durulması gerekir. En başta ifade edelim ki, Tanrı; zaman ve mekân kategorilerinin içinde değil, onları da kuşatır tarzda olup, Tanrılığını ise mümkün kudret ve kuşatımlar dışında ilan eden varlıktır. Ayrıca ve özellikle belirtmemiz gerekir ki, hangi tanrı anlayışına göre bu meseleyi ele alacağız? Elbette bir Müslüman olarak Kur’an’dan anladıklarımızı felsefî zihniyetimizi referans alıp ortaya koymaya çalışacağız. Aslında biz; bilmek, muhtaçlık ve arzuların tatmini bağlamında Tanrının hür olup olmadığı meselesine baksak da tarih içinde Tanrı’nın iradesi ve kudreti ayrı bir birim olarak -özellikle Müslüman kelamcılar tarafından- çoğu kere zaman ve mekânın içinde bulunan ve onlar dolayısıyla bir sorun olarak söz konusu edilmiştir. Bu sebeple de insanda olduğu şekliyle ya da benzeriyle tanrıya da hürriyet atfetmek, içinden çıkılmaz sorunlara sebep olmuştur.
Kanaatimiz ve inancımıza göre, İslam’ın Tanrı’sı hakkında; “her şeyi bilen ve bilgisi sebebiyle varlıkların meydana geldiği ve bu varlıklardan düşen hiçbir yaprak bile olmasın ki o yaprağın varlık ve varoluşu O’nun ilminde olmasın” anlayışı, Kur’an’ın açıkça telkin ettiği mutlak Tanrı hakkındaki mesajıdır. Allah evveli ve ahiri ve dahi her şeyi muhit (kuşatıcı)[1] olup Latif ve Habir’dir. Yani her şeyin özünü bizatihi o şey olarak bilendir. O’nun için bizde bulunan mahiyete benzer şekilde geleceği bilmeme/bilememe sorunu yoktur. Bu sebeple doğal olarak geçmiş, şimdi ve gelecekte olanları tam ve mutlak olarak bildiğinden geleceğe ilişkin fiilleri de bu çerçevede zaman dışı olarak bir şey nasıl olacaksa öylece bilmektir. Yani O, “Dilediğini mutlak olarak yapandır.” Ancak bu yapıp etme, zaman içinde vuku bulan bir durum değildir. Filozofların ifadesi ile O, her mekânı ve her zamanı kuşatır halde sürekli bilfiil haldeki varlıktır. Bizim gibi mümkün bilgi ya da malumat olan tercihler arasında bir tercihe ihtiyaç duymaz. O bu yönüyle, bizim hürriyetimizin gereği olan geleceği bilmememizdeki gibi bir sebebe bağlı olmaz/olamaz. Çünkü bizim sonradan bilmeye uğraştığımız yani hürriyet imkanımızı fiilî hale getirdiğimiz mümkün sebeplerin hepsi O’nun tarafından yaratılmıştır. O’nun için insan gibi bir hürriyet kullanımı yani eksikliği olmadığı gibi böylesine noksanı tamamlayıcı, benzerler arasında tercih edici bir irade zuhuru da söz konusu değildir. İstenecek (irade edilecek) her şey O’nda zaten mevcut. İradeye konu olacak her şey de O’nun kadim iradesinin her zaman bilfiil olan iradesinin eseridir. İrade; eğer istemek ve tercih etmek manasında ele alınacaksa bu tarz bir irade hiçbir zaman Tanrı için alternatiflerden birini istemek ya da seçmek şeklinde söz konusu edilemez. O zaman Tanrı’nın iradesinin başka şekilde var olduğunu varsaymak zorundayız. Eğer başka şekilde değilse o zaman sorulacak en temel soru şudur: Tanrı’nın neyi eksik ki onu tamamlasın ve Tanrı’nın tercih edecekleri şeyleri kim O’na sunacak ya da takdim edecek ki O da onu seçip var kılsın? Dahası bu tercih edilecek şeyler ve seçmelere konu olacak olanlar hangi zaman ve mekân içinde tanrıya sunulacak ki O da onları zaman ve mekân modları içinde seçebilsin? Ki O, zaman ve mekândan münezzeh ise bu sorular kendi cevaplarının imkânsızlığını içlerinde barındırmaktadırlar zaten. Tümel önerme; “Allah’ın zatı ve sıfatları zaman ve mekândan münezzehtir” şeklinde ise bunu nakzedecek her açıklama tutarsızlığı imler.
İkinci ve üçüncü meseleler olarak, insan hürriyeti dolayısıyla ortaya koymaya çalıştığımız diğer önemli hususlar, insan hürriyetinin esaslarından birinin hatta en önemlisinin insanın hürriyetiyle ya da iradesi ile sahip olmadığı noksanlıklarını, ihtiyaçlarını ve arzularını tamamlamaya çalışması ve kendisini de tatmin etmeye uğraşmasıdır. Meseleye bu zaviyeden baktığımızda ve Tanrı’ya da böyle şeyler atfettiğimizde, böyle bir tanrı, tanrı olmaktan ziyade bir kral veya sultana benzemiş olur ki, Allah bundan ve benzeri ihtiyaçlardan münezzehtir. “Allah zengin, biz fakiriz.” “Bütün ağaçlar kalem ve bütün denizler de mürekkep olsa ve bunun da misli bulunsa O’nun ilminin sınırlarını ortaya koymak için asla yeterli değildir/olmayacaktır.”
O var kıldıklarını zatının/ilminin gereği olarak hiçbir etki, muhtaçlık ve değişim olmadan yapan Sani-i Mutlak’tır. Bu durumda O, herhangi bir hürriyete muhtaç olmadığı gibi bizim hürriyetle elde edeceğimiz her şeye de zatından sahiptir. Çünkü onları var kılan zaten O’dur. Yani “yaratan bilmez mi?” sorusu açıkça bu gibi problemlere cevap niteliğindedir. Bununla beraber burada şöyle bir temel sorumuz da bulunmaktadır: O zaman O’nun ilmi, kudreti, iradesi ve fiili nasıldır? Mutlak manada yani O’nun zatında olan ya da O’na yakışır bir şekilde olanı bizim bilmemiz mümkün değildir. Bu soruya ve bu türden sorulara kendi varlık ve varoluş dünyamızla sınırlı olmak kaydıyla şöyle cevap verebiliriz: O, bizde eksik olanlara yani bizim muhtaç olduklarımıza ve bizim sahip olduklarımıza sahiptir ve onların cümlesinin neliğini, niteliğini, niceliğini de kadîm ilim ve iradesi ile bilmektedir. Biz O’nu kendimiz kadar biliriz. Bildiği ve sahip oldukları bizim varlık dünyamızdakilerle sınırlı değildir. Bizim bilgimiz O’nun bilgisinde olsa da sahip olduklarımıza O sahip olsa da O’nun bizim bildiğimiz bir varlık hakkındaki bilgisi mutlak iken, bizim sahipliğimiz, zaman ve mekân ile sınırlı yani kayıtlı bir bilmedir. O ise bütün bunların ötesinde Mutlak Maliktir, Mutlak İrade ve Mutlak İlim sahibidir. Dahası bu mutlaklık bizim bilgi irade ve mülkiyetlerimizi tam kuşattığı gibi bizim bilgimize konu bile yapamadığımız ve bu sebeple de bilgisi bizim için imkânsız olan şeyleri bilmemiz, irade etmemiz ve onlara malik olmamız, imkân dahilinde bile değildir. Bu Sebeple O’nu kendimiz gibi konumlandırıp O’nun ilim, irade ve kudretini kendi sahip olduklarımıza kıyasla anlamamız mümkün olmadığı gibi bu, anlamlı da değildir. Görüneni görünmeyene, sonlu ve noksan olanı sonsuz ve noksan olmayanla mukayese etmek mantıksal çelişkidir. Ancak biz O’nu, kendimiz kadar biliriz. Bu bir bilme olsa da O’nu hakkıyla bilmek asla değildir. İrademizi kullanıp ne kadar çok bilinmezi bilinir hale getirirsek, O’na -kayıtlı da olsa- benzeme imkânı elde etmiş oluruz.
O zaman şöyle muhtemel bir soru sorup cevabını arayalım: Hiçbir şey O’nun katında değişmiyorsa, biz de O’nun katında O’nun bilgi ve iradesinin ezeli yaratımının mevzusu isek, bizim hürriyetimizi kullanmamızın ne anlamı olabilir? Öncelikle şunu ifade edelim ki biz O’nun gibi bilmiyoruz, O’nun gibi bilmediğimiz için de bu meseleyi O’nun mertebesinde bilmemiz elbette mümkün değildir. Hatta bu meselede yani Tanrı’nın mutlak kudret, irade ve ilmi de somut bir şekilde bizim üzerimizde, -mümkün alemin dışında- zatına münhasır olarak etkin ya da fail değildir. Biz inananlar bu kudret, ilim ve iradeyi O’nun yarattığı varlıklar üzerinden O’na atfederek kendimize bir inanç alanı açarız. Bu durumda O’nun kudretinin; ancak bizde bizim varlık ve varoluş dünyamız kadar somutlaştığı, kendimiz ve var olan diğer varlıklar üzerindeki etkimiz dolayısı ile sınırlı olsa da bir hürriyet alanına sahibiz. O zaman Tanrı’nın egemenliği yani bu egemenliğin fiillerimize etkisi, yarattıkları dolayısı ile ise bizim de hürriyet alanımız bu yaratılanlar üzerinde cereyan ediyor ise Tanrı’nın kimseye istemediği şeyi zorla yaptırması teorik olarak söz konusu edilemez.
Tanrı’nın kulları üzerindeki kudretinin, ilminin ve iradesinin etkisini tecrübemiz ve düşünce dünyamızın yani tasavvurumuzun dışında kabul etiğimiz zaman, o zaman Tanrı hakkında konuştuğumuz hiçbir şey mutlak manada gerçeği yani hakikati ifade etmiyor demektir. Fakat Tanrı’nın hürriyetimizi kullandığımız somut varlıklar üzerindeki yaratımını, ilim ve kudretini ve o varlıklar üzerindeki tecellisini gücümüz ve imkânımız kadar bilebiliriz. Ancak bu bilme ve kudret kullanımı, hiçbir zaman Tanrı’nın o varlıklar üzerinde tecelli eden mutlak ilim ve kudreti mesabesinde değildir. Bu sebeple de hem hür olmuş oluyoruz ve hem de varlık ve kendimiz hakkındaki araştırmalarımız son bulmamaktadır. Bir taraftan biz sınırlı varlık olarak varlığımızı devam ettiriyor iken diğer taraftan sonsuz olanın peşinde bir ideal, bir hedef olarak koşmaktayız.
Bu durumda O’nun mülkünde, O’nun ilminin kuşatması altında ve O’nun kudreti içinde hür olmamız kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Çünkü hürriyet alanımız, O’nun yarattığı; ilminin tecelli ettiği ve kudretinin var kıldığı varlıklar üzerinde cereyan etmektedir. O’na rağmen, O’ndan bağımsız hür olmamız söz konusu değildir. Çünkü eksikliklerimizi, sosyalleşmemizi ancak O’nun yarattıkları içinde, onlar vasıtasıyla tamamlamaktayız.
O’nun mülkünde, O’nun irade ve kudret alanının içinde hür olmanın ne anlamı var? Böyle bir hürriyetin adaletle nasıl bir ilişkisi olabilir? Hatta buna hürriyet demek ne kadar doğrudur? Bu ve buna benzer sorular, böyle bir hürriyet anlayışına sahip olduğumuzda yakamızı bırakmayan can acıtıcı sorulardır. Öncelikle şunun açıklamasını yaparak meseleye yaklaşmamız gerekmektedir. Hürriyetin varoluş alanı; bizim fiiliyatımızla ilgili olan alandır ve özellikle de adaletin tecellisinin ya da adaletin imkânının nasıl olacağı ile ilgilidir. Bilinmektedir ki, yapıp etmelerimiz yani hürriyetimiz bize kazanç sağlamaktadır. Bu kazancı adil olarak mı elde ettik, yoksa başkalarının hakkına tecavüz edip haksız kazanç mı sağladık? Eğer kazancı adalet ölçüleri içerisinde elde etmişsek, bu durumda bu dünyada kimseye zulmetmiş değilizdir. Öte dünyada da adil davranmamızdan dolayı daha fazla mükafata Rabbin rahmeti dolayısıyla ulaşacağız demektir. Bu tür bir hürriyet kullanımında herhangi bir sorun görünmemektedir. Ancak haksız ve zulmederek hürriyet imkanlarımızı kazanç elde etmek noktasında kullanmışsak burada cevaplanması gereken soru bunun faili kimdir ve adalet nasıl sağlanacaktır? Bunun faili birinci şıkta da belirttiğimiz üzere yine insandır ve Allah’ın mülkünde, bu fail, malı kullanma ve elde etme ilişkisini haksızlık üzerine bine etmiştir. Bu durumda imkân varsa bu dünyada haksız kazanç sahibinin elde ettiği kazancı asli sahibine döndürmenin gerekli olan yollarını bulmalıdır. Eğer bu mümkün değilse ahirette yaptığı haksızlıktan dolayı misliyle karşılık bulur. Eğer bu ikinci anlamdaki haksızlığın dünyada karşılığı verilmemişse ve haksızlığa uğrayan ahirete de inanmıyorsa tanrıdan şikâyet etmesi anlamsız olduğu gibi dünyada mutlu olması da zor görünmektedir.
Şimdi de şu mesele üzerinde duralım; dünyada ilişkisel olarak kullandığımız her şey Allah’ın ise ya da öyle inanıyorsak, insan bu malı/varlığı doğru kullandığı zaman zaten hem bu dünyada emeğinin karşılığını alıyor ve hem de öte dünyada bu dünyada karşılığını almasına rağmen hürriyet imkanını doğru cihetle kullanmasından dolayı fazlasıyla karşılık alacak konumda bulunmaktadır. Diğeri ise bu dünyada başkasının kazancını kendi kazancına katmasından dolayı yalınızca fazlaca yani haksızca aldığını sahibine iade etmek zorunda kalacaktır. Tabii ki orada burada gasp ettiğini başkasının emeği üzerinden ancak kendi emeği ile elde edemeyeceği için cezayla muhatap olacaktır ve bu durumda ona zulmedilmiş değil, zulme uğramış olana hakkı verilmiş olunacaktır. Bu meselede şikayetçi olanların haksızlık ve hukuksuzluklarını Tanrıya yüklemek istemelerinden dolayı, kendilerini haklı çıkarmak için haksız serzenişi vardır. Bununla beraber “beni yaratmasaydı ben de bu kötü filleri yapmazdım?” demek ayrıca üzerinde konuşulması gereken bir mevzudur ki, din ve dünya görüşlerinin en çok ayrıştıkları konulardan birisi budur. Bu mesele ile ilgili şunu söyleyelim ki, bu mesele bizim yani insanların irade ve kudretlerini aşan bir meseledir. Bizim buradaki duruşumuzu belirleyecek olan durum, bizi ve bütün varlığı anlamlı kılan tekliflere ulaşmak ve bunlardan doğru olanları almak ve böylece inancımızı, düşüncemizi güçlendirmektir.
Bu mesele ile ilgili metafiziği ilgilendiren başka bir sorumuz daha var. O da inanmayan bir kimsenin durumu. Çünkü “Allah dileseydi o kimse mümin olurdu ve cehenneme değil cennete giderdi.” anlayışı ya da iddiasıdır. Bu mesele hakkında tarih içinde çoğunlukla ortaya konan Müslüman yorumu meseleyi çözecek güçte ya da nitelikte görünmemektedir. Kanaatimizce -ki bu kanaatin Kur’an’da ciddi temelleri bulunmaktadır- bu dünyada sahih İslâm anlayışı ile herhangi bir baskı altında kalmadan muhatap olmamış bir insan, akli ilkeler doğrultusunda hayatını düzenlediğinde Allah’ın rahmet ve mağfiretine kavuşacaktır. Ancak sağlam ve sahih bir İslam kendisine tebliğ edildiğinde ve bu kimse de buna uygun yaşamamışsa o zaman bu kimse İslamî inanca göre hesaba çekilecektir. Bu sorun, bu dünyada İslamı kabul etmeyen biri için zaten sorun değildir. Ancak evrensel aklın ilkeleri doğrultusunda hareket etmeyen bir kimse ise bu haksızlığının karşılığını yine İslamî anlayışa göre verecektir. Burada da dikkat edilirse dünyevî bir icbar söz konusu değildir. Unutmamak gerekir ki, müslim gayri müslim -her kim olursa olsun- üzerinde hürriyet imkanını icra ettiği varlığın yaratıcısı yani var kılıcısı değildir. Bu durumda kendisine ait olmayan birisinin mülkünde at koşturmaktadır. Öyleyse yine aklın ilkeleri gereği eğer bu varlıkların bir sahibi varsa, elbette kullananların bu varlığı doğru kullanıp kullanmadıklarının hesabını soracaktır. Bir failin varlığına inanmıyorsa ona diyecek bir şeyimiz elbette olamaz. Buraya gelmişken şu hususun altını çizmemiz gerekiyor. Her hürriyet tanımı, kişiden kişiye ve inançtan inanca göre farklı anlamlar almakta, alabilmektedir. Bu sebeple; “hürriyet tanımında da hürdür.” denilmektedir. Hürriyet, tanımında hürdür diye biz inandığımız hürriyet hakkında konuşamayız anlamı asla çıkmaz. Her insan kendi hürriyeti hakkında konuştukça ortak paydalara ulaşabilme imkânımız artar.
Sonuç
Hürriyet; Kur’an anlam kökeniyle; “bir şeyi veya kendini bir şey için vakfetmektir, hibe etmektir.” İnsanın hürriyetinin mahiyeti bu manaya müteveccihtir. Kendinde olmayana sahip olmak için insanın ilmini, kudretini ve fiilini ortaya koymasıdır. Bu kullanım her zaman kısıtlı ve kayıtlıdır. Hiçbir zaman sonsuz ve mutlak değildir. Bu sebeple insan, “hürriyete mahkum bir varlıktır.”
Bu meseleye Tanrı bağlamında baktığımızda, Tanrı’nın hürriyeti ile insanın hürriyetini mukayese yapmak imkânsızdır. Çünkü insanın hürriyetini kullanmaya mahkum olduğu şeylerin hepsine Tanrı zaman ve mekan dışı olarak zatında bilfiil sahiptir. Tanrı her şeye mutlak manada sahip ise O, mutlak manada da hürdür. Ancak bu hürriyet asla ve kata insan hürriyetine benzemez. Çünkü insan hürriyeti, O’nun bahşettikleri üzerindeki değişim ve dönüşümlerden ibaret olup başka bir şey değildir.
[1] İsrâ17/60 “Biz sana, ‘senin Rabbin bütün insanları kuşatmıştır’ (inne rabbeke ehâta bi’n-nâs) demiştik”
Görsel kaynağı: http://www.gloriousfirmament.com/2011Aastro/daymoon02.html