Yazar: Ömer Gülen
İnsan bir gölgenin rüyasıdır.
Pindaros
Uzun zaman olmuştu buraya gelmeyeli. Yine her zamanki gibi güzel diye geçirdi içinden ve bunu düşünür düşünmez, “-iyi ki gelmişiz” dedi. Öteki tebessümle karşılık verdi. Heyecanını engelleyemedi ve tekrar “-gerçekten çok güzel” dedi. “-Pazar günü bu kadar sakin olması anlaşılmaz olsa da bizim için şans” dedi diğeri. Park yeri gerçekten sakindi. Bir iki bank üzerinde oturan sevgililer, düğün günlerinde fotoğraf çektirmeye gelen çiftler, güvenlikçiler ve iri kıyım bir iki köpek dışında park boştu. “-Burası hep sakindir” dedi öteki. İkindi vaktiydi. Güneş ışığının, ağaçların arasından süzülen görüntüsü, günün yorgunluğuna dair bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki. Henüz merdivenin ilk basamağına adım atmamışlardı ki ortamın ahengi karşısında kendilerini yorulmuş hissettiler. Uzun merdivenler de gözlerini korkutmuş olabilir. Arkadaşı, yoldaki konuşmalarını hatırlayarak “-bence, rüya ile ilgili söylediklerin sadece bir kaçış, bir trajedi arzusu ve insanlarla ilgili beklentisizliğinin ürünü düşünceler”, dedi. Taş merdivene ilk adımı attığında bastığı yerin katılığını hissetti. Haklı olmalı diye düşündü sessizce. Ne diyeceğini kestiremiyordu. Henüz merdivenlerin yarısına ulaşmışlardı ki taştan kenarlığın üzerine oturmak zorunda kaldılar. Geri dönüp yarım asırdan daha fazla zamandır orada olan ağaçlara baktılar. Ağaç yapraklarının arasından süzülen güneş ışığı çimenlerin üzerinde nurdan râşeler yaratıyordu. Bir zaman sessizce manzarayı izlediler. Aklında iki şey hızlıca birbirinin içine geçiverdi. Manzarayı izlerken işittiği kuş seslerinin hangi kuş cinsine ait olduğunu bilmeyi ne kadar çok isterdim diye düşünüyordu ki arkadaşının kendisi hakkında dile getirdiği hükümlerin canını sıktığını fark etti. Her şeyde gizli kalan şeyin tereddütü soluksuz bırakıyordu varlığını. Bir şeyler söylemesi gerektiğini düşünerek konuştu.
“-Rüya görme arzusunu yitirmiş kişileri tarihin dışına çıkarıp gündelik hayatları içerisinde yalnız bırakabiliriz” dedi. “-Böylece büyük bir kalabalıktan kurtulmuş olacağız. Onların acınası bulacakları kaygılarımızla sevgili dünyalarına yukarıdan bakışımız affedilir bir günah sayılmayacağı için bu durumun külfetine razı olup rüyaya sığınmalıyız.” Birkaç saniye söylediklerini düşündü. Arkadaşı haklıydı. Başkaları dile getirdiği düşüncenin her yerinde geziniyordu. Kendiyle diğerleri arasındaki yakınlık ve uzaklık sınırının oldukça belirsiz sınırlar oluşturduğunu biliyordu. “Rüyalar tarafından sürekli baştan çıkarılmamız tanrının varlığını hissettiğimiz belirsizlikte müphem anlamlar oluşturacaktır. Ben kesinlikten nefret ederim bilirsin. Her şeyde belirgin bulunan mantık kuralları zihnimde o kadar naif şeyler ki herkes için bir fetih aracı olan bu kurallar dizgesi benim için yenilginin ta kendisi. Dolayısıyla insan benim için anlaşılmayan tarihtir. Salt kendisi olarak bu tarihi yaşar ve yargılanır. Tarih dışına atılmak ise anlamdan düşüştür. Burada yokoluşun görünümleri -mış gibi anılar bırakır zihinde. Yazgının en kötü halidir bu. Yamuk kürenin içinde yaşanır ve biter.”
Düşüncenin güzelliği hayatın içinde fazlasıyla yersiz duruyor diye düşündü arkadaşı. Aynı helecan, yine aynı acemilikler. Bu düşüncelerle kim nasıl yaşayabilir. Kendimizi böylesi bir dünyaya kapatmanın ne anlamı olacak. Aklına bir dünya soru geliyordu ama itiraza müteallik bir lakırdı etmek istemedi. Ama öteki, arkadaşının gözlerinde bütün bir itirazın sesini işitir gibiydi. Öfkesi şimdi müstehzi bir tavra dönüştü.
“-Yaşamaktan bahsettiğimiz anda birden mekan katı bir bilinç hali ile varlığa askıntı olur. Bir sürgün yerinde olduğumuzu fark ederiz ve her türlü ayrılık imgesi buraya düşmemizle ilgili anılar yaşatır bize. Kalabalıktan kaçmanın ya da kalabalığa katışmanın yarattığı boşluk ne ile dolduruluyorsa o şey huzurun/huzursuzluğumuzun derinliğini belirler. Bu durum doğrudan görme becerimizin kalitesini tayin ederken sürgün yerini anlamlandırmakla ilgili ilkel dönemlerden beri çok canlı olan merak bizi kendi belirsizliği içerisinde ortada bırakır. Tanrının ve şeytanın ilgisi üzerimizde olur. Mekan bütün bir estetik görünümü ve cazibesiyle büyük bir tiyatro dekoruna dönüşür. Tek kişilik bir gösteri bu. Sahnenin dışında parlayan gözler milyonlarca izleyicinin karşısında olmanın heyecanını duyumsatır. Her bir bölüme arzunun dayanılmaz hafifliğine dair bir imge eşlik eder. Şeytan, Tanrının pek de hoş görmediği bir uyanıklıkla sürekli fısıltılarla seslenir sahneye. Tanrı ise tüm sahneye sahip olmanın alaycı gülümsemesi altında ciddi ve pek sessiz durur. Mavi ve beyaz; karanlık ve ışıltılı ve yeşil dekor içinde yalnız bir insan. Ses ve koku; bir ipeğe dokunmanın ve bir bedene dokunmanın hemen sonrasında katılaşır. Baş döndürür her türlü çember. Döngü; o tek insanın hikayesidir ve her bir insan tekinin hikayesinden rol çalar. Üst-insan peygamberlerdir bence. Kendi hikayemizi bütün zamanların güneşlerinin altında ararız ve yorgun düştüğümüz anda fark ederiz, bütün bu tarih kendimizle ilgiliymiş.”
Kendimiz olmakla rüya görmek arasındaki sınırın oldukça geniş olduğunu düşünen arkadaşı: “-Alman idealizmine fazlasıyla karnım tok benim diyerek güldü. Bu sözlerini anlayabilirim ama bu sözlerle nefes alamayacağımızı da senin anlaman gerekiyor. Rüya elbette ki oldukça değişik bir tecrübe ama fazlasıyla gündelik hayattan besleniyor biliyorsun. En azından Freud’dan bu yana biliyoruz bunu. Sen şimdi peygamberlerin rüyalarıyla itiraz edeceksin ama onların gerçek anlamda nasıl bir rüya tecrübesi yaşadığını bilmiyoruz ki..!” dedi. Aklına aniden gelen bir düşünceyle hızlıca, “-nihayetinde Yusuf’un abileri vardı ve belki de babasının kendi üzerindeki ilgisini hissederek gayet doğal bir bilinçaltı etkiyle kardeşlerini kendisine secde eder gördü.” Bu yorum kendisine de olağanüstü göründü fakat pek üzerinde durmak istemeyerek “-işte gördüğün gibi, rüya, pekala üzerinde hiçbir ağır düşünce taşımayacak kadar belirsiz şeylerden oluşuyor her ne kadar uyanık geçen vakitlerden etkileniyor olsa da” dedi. “-İşte dostum, bütün mesele gündelik hayatın kendisinde”, dedi öteki. Rüya ile gündelik hayat arasındaki muvazene sarkacının ne tarafında durması gerektiğini düşünürken, o sözlerine devam etti.
“-Bütün bu biçimsiz hayat içinde rüya görürüz çünkü buraya ait olmamakla ilgili bilinç varoluşu huzursuz eder. Sessizliğin korkusu sürece eşlik edebilir. Her şeyi hak ettiğini düşünen güncel beyinler karşısında bilinç derinliğe kapatır kendini. Onlar tarihin artıklarıdır bence. Bilinçdışı imgeler oyalar zihni. Yol üzerinde gördüğün bir kara kedi, aniden fren yapan bir araba sesi bilinçaltı bir korkunun imaj nesnesi olur. Düğüm, bilincin her bir göstergesine senin verdiğin karşılıkla çözülür. Varoluşsal huzursuzluk, imajın bilinçaltı görünümlerinden daha gerçekçi bir imgeyle muhayyel olanı gerçeklik alanına taşır. Ötekinin ya da tanrının varlığı bu sınırda önem kazanır. Tam bu noktada psikolojinin dar anlatısından çıkıp kendi bilinç alanımızın ötesinde bir gerçeklikle karşılaşırız. Gördüğümüz şey karşısında muhayyer bir aralıkta kalırız. İnanan insanla inanmayan insanın kavgası bu sınırda başlar. Rasyonelleşmiş bir zihinle irrasyonel bir zihnin beklentilerinin katılaştığı ya da flu renklere büründüğü sınır da. Doğu ve Batı dünyasının farklılığının en temel göstergelerinden biri olarak tanımlayabiliriz bu sınırı. Rüya dar havsalamızı, korku ve ümit arasında sürekli naçarlaştığımız dünya hayatı içinde kaçışın ve arayışın huzuru sonrasında sükunete kavuşturabilir. Gerçeklik geçmişin izleri üzerinden kendini hatırlatır ama hakikat rüyada geleceğe dair bir anlam çeşitlemesi kurar. Bir işaret bekleriz. Mavi bir deniz, sonsuz bir yeşillik, yılanlar, göller ve sıkıştığımız bir kayalık içinde bilinç Tanrı’nın sesini işitmek ister. O kadar büyük bir gerçeklik içindeyiz ki şimdi uyandığımız dünyaya yabancılaşırız. Her gün biraz daha kötü olan hayatta tek mutluluk imkanımız artık rüyalar olur.”
Güneş, dağların arkasında kaybolmaya başladığında gökyüzünü büyük bir kızıllık esir almıştı. Geç kaldıklarını fark edip hızlandılar. Kalenin önüne geldiklerinde demir kapıyı kilitli buldular. İkisinin de canı sıkılmıştı şimdi. “-Hayat dediğim tam da bu arkadaşım. Bir şeye heves edersin ve bir bakarsın kapılar kapalı.” Öteki kurnazca güldü. Çok zaman önce arkadaşlarıyla yaptıkları yaramazlık geldi aklına. Etrafa baktı, kimseler yoktu. “-gel,” dedi. Rahatça kale duvarlarına zıplayacakları bir yer biliyordu. “-Ne dersin,” dedi. İkisi de bu deliliğe hazırdı. Kolayca içeriye girdiler. İkinci kapıyı da geçince artık iç kaleyi fethetmiş oluyorlardı. Son zamanlarda, Ankara Kalesi’ne yaptıkları ziyaret gezilerinde karşılaştıkları çalgıcılar, satıcılar ve hasta ruhlu fotoğraf düşkünlerinin olmayışı vakti daha keyifli yapıyordu. Her zamanki yerlerine gidip oturdular ve konuşmadan güneşin batışını izlediler. Kuşlar batan güneşin karşısında günün son gösterisini sunuyorlardı. Her şey rüya gibiydi. Biri, tanıdık bir şarkıyı mırıldanıyordu.