Yazar: Ömer Gülen
Metafiziğin dili diye bir şey yoktur. Metafizik gelenek içinde şekillenen kavramların türlü dönüşümler ve farklı katmanlar içinde yaşadıkları yerde yalnızca ve daima insanın kendi dili vardır.
GADAMER
Aisopos
Böyle ciddi bir başlık altında yazacaklarım hepimizin bildiği “Karınca ile Ağustos Böceği” masalı hakkında olacak. Nerden başlamalıyız bilmiyorum. En iyisi masalın bilinen ilk anlatıcısını yani Trakyalı Aisopos’u (Ezop) ziyaret etmek. Öncesinde şunu belirtmeliyiz ki masalın bir öncesi var mı bilmiyoruz. Genel kültür tarihi içinde bu tip masallar hep Hintliler tarafından anlatılmıştır. Kelile ve Dimme, Tûtiname gibi. Aisopos’un yaşadığı tarih, İÖ. VI. yüzyıla kadar geri gider. Bu biraz da Herodot, Aristophanes, Platon, Ksenophon gibi tarihçi, felsefeci ve edebiyatçıların kendisinden bahsetmesi sebebiyle kabul edilmiş bir tarihtir. Aisopos masallarını büyüklere hatta efendilerine anlattı. Kendisi bir köleydi ve rivayet edilir ki anlattığı masalları çok beğenen efendisi özgür olmasına izin verdi. Masallarını sadece efendisi değil tüm Yunanlılar hatta Yunanlı saygın filozoflar da çok beğenmişti. Sonraki yüzyıllarda tekrar tekrar anlatılacak olan bu masalı önce okumamız gerek.
“Karınca bütün yaz durmadan buğday, arpa ve bulduğu her tür tohumu toplayıp kışın yiyecek bir şeyleri olsun diye evinde depolamış. Bunu gören ağustos böceği herkesin gezip eğlendiği yaz döneminde köleler gibi çalıştığı için onunla alay etmiş. Karınca hiç cevap vermeden işine devam etmiş. Zaman geçip soğuklar başlayınca hiçbir yerde yiyecek bulamayan ağustos böceği açlıktan ölmek üzereyken karıncayı hatırlamış, evine gidip yardım istemiş. “Eğer benimle alay edeceğine çalışıp tohum toplasaydın, şimdi bu duruma düşmezdin” diye cevap vermiş karınca.”
Bir köle efendisine niçin böyle bir hikaye anlatır. Efendi-köle ilişkisine yönelik ustaca kurgulanmış bir tariz miydi? Belki de sadece bir masal anlatmak istemişti. Klasik bir eserden, büyük modern anlatıların inşa edildiği ‘yamuk bakıştan’ imtina edersek masal ama öğretici diyebileceğimiz doğrudanlığı yakalayabiliriz. Masalın karşısında ‘çocuksu bir merak’ uyandırıp aklı askıya almak. Neyse ki böyle ciddi meseleleri konuşmak, masalımıza zarar vereceğinden dolayı kaldığım yerden masalın tarihine devam etmeliyim.
Septuagint ya da Süleyman’ın Meselleri ve Hz. İsa
Aisopos’un masallarını Yahudiler dinlemişler miydi? Bundan şüphe etmememizi gerektiren tarihin en güzel ve en garip kültürel karşılaşmalarından biri İsa’dan önce üç yüzlerde İskenderiye’de yaşandı. İlk başlarda iki tarafta birbirinin durumundan memnun değildi. Akdeniz’in bu iki kadim kültürü birbirlerini pek kibirli bulmuşlardı. Birinin tek-tanrısı ötekinin mitologyası vardı. Birinde bilgelik ötekinde hikmet vardı. Zamanla karşılaşmadaki politik iticilik ortadan kalkar ve süreç bir tanışmaya dönüşür. Helenizmin kültürel zenginliğindeki çeşitlilik kendini göstermeye başlar. Felsefe ile inanç iç içe geçer. Tanrı ile Logos. İsimler yer değiştirir. Yunanlılar Yahudi ibadetlerini taklit etmeye başlar, Yahudiler elbiselerini değiştirmeye başlarken Yunan felsefesine yönelik derin bir entelektüel meraka kapılırlar. Homeros’u, Heseidos’u, Ploton’u, Aristotales’i öğrenirler. Bunun karşılığında Yunanlılar, Kitab-ı Mukaddesi (Septuagint) ve hikmeti öğrenir. Yani İsa’nın doğuşu için tarih hazırdır. Biz henüz İsa’ya gelmeden önce bu karşılaşmanın sözel bir üretimi oldu mu onu bilmemiz gerekir.
Bu noktada bir kanaat bildirmek benim haddim değil. Ama ciddi dinler tarihçileri, Kitap-ı Mukaddesin tarihsel anlatıma dayalı yapısının bu dönem itibariyle bittiğini ve hikmet temalı Eski Ahit metinlerinin oluşmaya başladığını belirtirler. Bu yorum bana hep doğru göründü ama biz masalımıza geri dönersek Karınca ile Ağustos Böceği masalının daha ağırbaşlı, dini ağırlığı baskın bir benzeriyle Süleyman’ın Meselleri 6. 6-15. bölümler arasında karşılaşırız.
Ey tembel kişi, git, karıncalara bak,
Onların yaşamından bilgelik öğren.
Başkanları, önderleri ya da yöneticileri olmadığı halde,
Yazın erzaklarını biriktirirler,
Yiyeceklerini toplarlar biçim mevsiminde.
Ne zamana dek yatacaksın, ey tembel kişi?
Ne zaman kalkacaksın uykundan?
Biraz kestireyim, biraz uyuklayayım,
Ellerimi kavuşturup şöyle bir uyuyayım” demeye kalmadan,
Yokluk bir haydut gibi,
Yoksulluk bir akıncı gibi gelir üzerine.
Süleyman’ın Meselleri metninin yazarını bilmiyoruz. Metin ‘tanrı korkusu ve hikmetli davranış’ özelinde öğütler içermektedir. Fazlasıyla ‘gündelik hayatın’ ne derece ağır bir gerilimle insan üzerinde psikolojik baskı kurduğunu anlatır Süleyman. Alıntıladığımız bölüm, metnin rasyonel öğütleri arasında çok şaşırtıcı durmaz. Gerçekten de akılcı dindarlıkla, ölüm arasında mahiyeti anlaşılmayan bir söylemle karşılaşır okuyucu. Bu belirsizliğin sürdüğü bir tarihi süreç sonrasında Yahudi cemaatlerinin (Sadukiler, Ferisiler ve Esseniler) ortaya çıkması şaşırtıcı değil. Her türlü itiraza açık bir düşünceyi dile getirmemiz gerekirse burada Yunan aydınlanmasının Yahudi inancı içerisinde ortaya çıkardığı bir rasyonaliteden bahsetmemiz gerekir. Tam bu noktada Hz. İsa’nın hikmet vurgusundaki tevekkül hali daha iyi anlaşılacaktır. İsa’nın vaazlarında bizi tekrar masala yaklaştıran bir durum var. Matta 6. 25-34. bölümler arasından okuyoruz.
“Bu nedenle size şunu söylüyorum: ‘Ne yiyip ne içeceğiz?’ diye canınız için, ‘Ne giyeceğiz?’ diye bedeniniz için kaygılanmayın. Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemli değil mi? Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz? Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler. Ama size şunu söyleyeyim, bütün görkemine karşın Süleyman bile bunlardan biri gibi giyinmiş değildi. Bugün var olup yarın ocağa atılacak olan kır otunu böyle giydiren Tanrı’nın sizi de giydireceği çok daha kesin değil mi, ey kıt imanlılar? “Öyleyse, ‘Ne yiyeceğiz?’ ‘Ne içeceğiz?’ ya da ‘Ne giyeceğiz?’ diyerek kaygılanmayın. Uluslar hep bu şeylerin peşinden giderler. Oysa göksel Babanız bütün bunlara gereksinmeniz olduğunu bilir. Siz öncelikle O’nun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin, o zaman size bütün bunlar da verilecektir. O halde yarın için kaygılanmayın. Yarının kaygısı yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter.”
Metni ait olduğu tarih içinde okuduğumuzda mesaj bizi daha çok etkiliyor. İsa, Yunan aydınlanmasının gölgesinde kendini yenileyen Yahudiliği tekrar ait olduğu metafiziğe geri çağırırken gelenekle de hesaplaşmak zorunda kaldı. Bu bir kaderdir. Reformist muzırlıkları ayrı tutarak belirtmemiz gerekir ki, hikmetle ilgili duyarlılık her zaman hem gelenekle hem de çevresindeki modern yaklaşımlarla hesaplaşmak zorundadır. Dolayısıyla modernlere karşı gelenekçi, gelenekçilere karşı modernist görünmek bir zorunluluk olup çıkar ortaya. Bu çıkmazı sadece politik tavır bozar. Kuran-ı Kerim Hz. İsa’nın mesajının güvenli kıldığı metafizik ortamın içinde logosu dini düşünceye dahil eder. Kuran’ın mesajı modern zamanlara kadar, maddi ve manevi anlamın iki katmanını da tek bir tevhidi duyarlılık üzerinde ikame etmeyi başardı. Her türlü kafa karışıklığını Allah resulü teminat altına almıştı. “Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç gidip, akşamları tok olarak dönen kuşların rızıklandığı gibi rızıklanırsınız!” (Tirmizî Zühd, 33; İbni Mâce, Zühd, 14)
Modern Zamanlar, La Fontaine, Ekrem, Fikret, Karakoç
Dostoyevski izin verirse Engizisyonda yargılanan İsa’nın Protestan (Kalvinci olmaları muhtemel) yargıçlar tarafından suçlandığını iddia edeceğim. Suçu eski inançları temsil etmesiydi ve karar, eskimiş dindarlığıyla birlikte tarihten sürgün edilmesiydi. Çağ modernleşme çağıydı ve eskiye dair her şey yeniden ele alınacak, sorgulanacak ve gerekli görülen tarih kırıntıları elde edildikten sonra yargı kesin olarak aydınlanmanın gerektirdiği konsept neticesinde karara bağlanacaktı. La Fontaine bu büyük tarihi dönüşüm içinde kendine nasip çıkardı ve çocuklar için Aisopos’un masallarını yeniden düzenlemeye karar verdi. Bakalım o nasıl anlatmış masalı.
Ağustos böceği bütün yaz
Saz çalmış, şarkı söylemiş.
Karakış birden bastırınca
Şafak atmış zavallıda;
Bir şey bulamaz olmuş yiyecek:
Koca ormanda ne bir kurtçuk, ne bir sinek.
Gitmiş komşusu karıncaya:
— Aman karınca kardeş, demiş, hâlim fena;
Bir şeycikler ver de kışı geçireyim.
Yaz gelince öderim,
Hem de ziyadesiyle;
Ağustosu geçirmem bile.
Ödemezsem böcek demeyin bana.
Karınca iyidir hoştur ama
Eli sıkıdır: Can verir, mal vermez.
— Sormak ayıp olmasın ama demiş;
Bütün yaz ne yaptınız?
— Ne mi yaptım? demiş ağustos böceği;
Gece gündüz türkü söyledim;
Fena mı ettim sizce?
— Yoo, demiş karınca, ne mutlu size;
Ama hep türkü söylemek olmaz; Kışın da oynayın biraz.
Söz konusu masal, masallar kitabının ilk hikayesidir. Belki de sadece bu haliyle Rousseau’nun, Fikret’in öfkesini üzerine çekmiştir. Söz konusu masal tekrar eski çocuksuluğuna geri döner fakat belli bir yapısal değişiklikle beraber. La Fontaine’in ağustos böceği karınca ile dalga geçmez. Aisopos’un karıncası geçmişe dayalı bir öfkeyi belki de efendi-köle diyalektiğine dayalı öfkeyi dile getirir. ‘Eğer benimle alay geçeceğine..’ Karınca maalesef cimridir bu hikayede. Masal, geleneksel anlatılarda hikayeyi ‘iyiliğe’ bağlayan sonucun yerine Hobbes’un toplumsal ilişkilerde ‘insan insanın kurdudur’ dediği bir kötülük merkezi üzerine oturur. İnsan ilişkileri, insanın kötü olduğu gerçeğinin sözleşmesini yansıtıyorsa karıncanın gerçekçiliğini anlamak zorunda kalıyoruz. La Fontaine doğrudan kamu hayatının Kalvinci acımasızlığını dile getirir.
La Fontaine, masallar kitabının önsözünde Platon’un Sokrates’le ilgili bir alıntısını aktarır. Son günlerini zindanda geçiren Sokrates, üst üste aynı rüyayı görmeye başlar. Tanrı kendisinden müzikle uğraşmasını istemektedir. Müziğin kişiye kazandıracakları hakkında şüpheli olan filozof, tanrının kendisinden şiirle uğraşmasını istediği kanaatine varır. Şiir ama hangi şiir. Burada da kafası karışan Sokrates nihayetinde Aisopos’a benzer şiirler okuması gerektiği sonucuna ulaşır. Gerçekte La Fontaine masallarının şiirsel muhtevasına açıklama getirmektedir. Bu noktada kafamız biraz karışıyor. La Fontaine masallarında teşhis ve intak yapıyorsa ağustos böceği masalda kimi temsil ediyor. Ağustos böceği müzik söylüyor ne garip, tanrı Sokrates’e müzik söyle dedi. Sokrates her zamanki gibi düşündü ve bunun müzik değil şiir olabileceğine karar vermişti ki yine düşündü (Belki de bu son düşünüp karar veren Platon’du) ve şiirin bir kardeş kolu olan masal olacağına karar verdi. Yani her türlü masalın cezalandırdığı kişi şairdi.
Platon devletinde şiiri gereksiz görürken masallardaki öğreticiliğin çocukların ve gençlerin yetişmesine olgunluk katacağını belirterek masalsı şiire izin verir. Şaire sitede yaşama izni yoktur. Bütün bu akıl yürütme neticesinde La Fontaine’ın ağustos böceği kim diye düşünürsek onun şair olduğunu görürüz. Ne yapar şair, şiir söyler. Ama hangi şair şiir söylediği için aç kalmıştır. Bunun ne önemi var La Fontaine için. O söyleyeceğini söylemiştir. Modern hayatta ozana/şaire yaşama hakkı yoktur. Peki niçin sitede şaire yer yoktur. Bu meselenin ağırlığını sadece şiirin toplumların pathosunda nasıl bir işleve sahip olduğunu anladığımızda kavrayabiliriz.
Recaizade Mahmut Ekrem bu masalı yeniden anlatırken, Karınca ile Cıryalyık Hikâyesi’nden mi (Şair Kemal xv. yy. divan ed.) yararlandı yoksa La Fontaine’den mi bilmiyoruz. İki şiirden de haberi olan Ekrem’in Şair Kemal gibi, şiirin sonuna komşu hakkını dahil etmesi henüz modernleşmemiş zihnimizin özel bir yönüne işaret eder. Masalın klasikleşmiş içeriğini bozmaya kadar varan özel bir ethosu temsil eder bu şair duyarlılığı.
İş edip kendine ahenk ile zevk eylemeyi
Yazı beyhude geçirmişti ağustosböceği
Geldi birdenbire vaktâ ki zamân-i sermâ
Başladı kaht ü galâ olmıya dehşet ferma
Ne örümcek kurusu var ne de bir sivrisinek
Yok idi hâsılı bir habbecik olsun yiyecek
Şiddet-i cû’ ile bîçâre ezildi bitti
Komşusu mûra gidib hâlini i’lâm etti
Sâl-i âtîye kadar eylemeyi sadd-i ramak
Bir iki habbe ödünç istedi pek yalvararak
Dedi ki: “Hem de hulul etmeden evvel mevsim
Ma’a fazla ödemek üzre size söz veririm”.
Etmemiş ‘âdet ödünç vermeyi bir kimseye mûr
Kendisinde bu idi var ise bir parça kusûr
Bu cihetle böceğe sordu ki Vakt-i germâ
Ne idi meşgaleniz bilsek olur mu ‘acabâ ?
Böcek
“Bâri ma’zûr görün eylediniz çünkü su’al
Şevk ile türkü çağırmaktı işim rûz-ü leyâl”
Karınca “İşiniz çünkü tagannîmiş efendim o zamân
Durmayub şimdi de raks eyleyiniz bâri hemân.”
Diyerek mur kapadı babı hemen şiddet ile
Böceği kavdu huzurundan gaza u hiddet ile
Şiddet-i cu’u heva ile ezilmiş bitmiş
Beceğin hali onu fevte reşide etmiş
Der iken düştü yere kaldı zavallı bican
Biriken berf üzerinde kalıbıyla mihman
Kapıdan baktı da fehmetti karınca hali
Çünkü olmuştu ağustos böceği cani
Çekti kurbanını bir yana karınca ol dem
Gömdü toprağa eliyle kapadı pek muhkem
“Ey oğul sen de karınca gibi hisset etme
Öyle bir tab’-ı sakime uyarak yan gitme
Çünkü nakes olanın dostu, muhibbi yoktur
Şeref ve şanı gibi sözü dahi hep koftur.”
Masalı bize Tevfik Fikret de anlatır. Fikret okuyucunun masaldan çıkaracağı ödeve karşı hemen tedbir alır. Karıncanın yaptığı öncelikle hodgamlıktır. Bunu şiirinin girişinde belirttikten sonra şiire farklı bir trajedi ekler. Ağustos böceğinin bir ailesi vardır ve onlar da açtır. Onlar için de yardım ister. Şiir birden masaldan toplumsal bir soruna değinir. Merkezde belki de yine şair vardır. Hayatı belli bir idealizmle takip eden şair şimdi açtır. Sanki Fikret düşmanı Akif’in geleceğini yazmıştır. Kendisinin aç, oğlunun kimsesiz ve donarak öleceği Akif’i. O da yazdığı şiirlerinin bedelini ağır ödeyecektir.
Karıncayı tanırsınız
Minimini bir hayvandır
Fakat gayet çalışkandır
Gayet tutumludur, yalnız
Pek hodgamdır, bu bir kusur:
Hodgam olan zalim olur.
Bir gün ağustos böceği
Tembel tembel ötüp durmak
Neticesi aç kalarak
Karıncadan göreceği
Bürudete bakmaz, gider
Bir lokma şey rica eder
Der ki: – Acıyınız bize
Çoluk çocuk evde açız
İanenize muhtacız.
Karınca bir yüreksize
Layık huşunetle sorar:
– Aç mısınız? Ya o kadar
Uzun, güzel günler oldu.
O günlerde ne yaptınız?
Böcek inler: – Açız, açız
Bakın benzim nasıl soldu
O günlerde gülen, öten
Sazla, sözle eğlenen ben
Bugün bakın ne haldeyim!
Vallah açız, billah açız,
Halimize acıyınız!
Karınca eğlenir: – Beyim,
Şimdi de raksedin, ne var?
“Yazın çalan kışın oynar.”
Masal Sezai Karakoç’ta bambaşka bir anlatıya dönüşür. Karakoç’un öfkesi Aisopos’a ya da La Fontaine’dir. Şairin umurunda değil masalmış, öğütmüş. O Batı’nın nesneyi tanımlarken içine düştüğü keyfiliğe kızgındır. Bir masalda bile bunu yapmışlardır ve varlığın kendi özsel değerini, insan zihninin en alelade kibri içinde tahrif etmişlerdir/tanımlamışlardır. Karakoç, masalı yapı-sökümüne tabi kılarken modernizmin, doğayı yok eden, fesada boğan kibrine karşı, ağustos böceğinin varlığını bir muştuya dönüştürür. Doğayı ağustos böceğinin varlıktaki yeri özelinde anlatır. O büyük bir coşkuyla şiirin müziğin varoluşun peşindedir. Ve yukarıdan bakar La Fontaine’e, ona kulak kesilenlere.
böcek ki akıtıyor damla damla ağzından
üzüm ballarında süzülmüş ağustosu
titreyen şıngırdayan bir çocuk oyuncağı
ağustos bu seste
bu durmayı unutmuş seste
çam diyor ağustos böceği
çamlara kasideler söylüyor
tanrı’ya yakarıyor nesli tükenmesin diye
bu hanedanın
ağaçlar içinde şah ağaç olan bu hanedanın
ey masalcı adam iftira ettin sen
bu harikalar harikası böceğe
onu suçladın tembellikle
en çalışkan onu görüyorum ben
hiç bir karşılık beklemeden
yazı ağustosu çamı çınarı
tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı ve çınarı
ağacın dalında güneşe doğru yaklaşarak
suyun, bir damla suyun değerini altın ediyor
çiğ damlası bir zümrüttür diyor
susadıkça eşsiz sesiyle şarkılar söylüyor
ilahiler okuyor güneşe gönderiyor
sen bunları levha levha kızart diyor
bir daha yanmayacak şekilde kızart diyor
kıyamete kadar kalsın insanlığa uzat diyor
güneşi yakıcı güneş bilen gölgeyi reddeden
gölgede saklanma kurnazlığını reddeden
aç kalma pahasına olsa da öten
susamanın armonilerini en iyi bilen
matemden alevden bir gömlek giyen
yapraktan bir saray ören
sesini bir şehir gibi boşaltan nehre
dağlara kırlara ve ormanlara zerre zerre
sonra kış gelince karıncalar saklanır toprak altına
herkes bir önlem almıştır o hariç
o hep iyiyi güzelliği yaşamış
özgürlüğe dalıp çıkmış yalnız özgürlüğe
öbürleri hep gerçeklik taslamış
ama o hep gerçeği aramış
gerçeği aramağa çağırmış
ve gerçeği yaşamış
sizin acımanıza gülüp geçiyor
sizi gidi faydacılar çıkarcılar sizi
üzülmeyin evi yok yuvası yok diye
kışlık erzak biriktirmemiş diye
sizin acımanıza yok onun ihtiyacı
– sahtedir zaten acımanız
siz ancak alay edersiniz acımasız–
özgürlüğün sesidir o ürkmez korkmaz
titremeden geçer gündüzden geceye
bir başka ağustosta yeniden doğacaktır
ağaçların tepelerinde güneşe en yakın yerde
tanrı’nın sırrıyla bir mucizeyle
–oysa nesli kesilmeliydi size göre–
ama hiç bir zaman hiç bir yerde
sönmez tanrının yaktığı meşale
istersen bir böcekte olsun o meşale
temmuzda ağustosta ağaçlar cayır cayır yanarken
yalnız o, odur teselli eden dayanın diyen
yaşamanın en büyük ilkesi sabrı öğütleyen
yavru kuşlara masallar anlatarak geceye serine götüren
adeta güneşle onların arasına bir perde geren
şırıl şırıl sesiyle onları serinleten
gözlerine ışıltılı vahalar gösteren
çeşmelerden su sesleri alıp getiren
sesiyle – o ufacık gövdesinden tüten–
dağ gibi sessiz korumasız bahçeyi örten
herkese her yere mutluluk saçan sevinç serpen
dünya cehennemine cenneti karşı diken
ışık kıyametine mızraklar havale eden
harbeler gönderen oklar atan sesinden
ağustos böceği deyip hor gördüğümüz
minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan
hiç yere hiç bir şey yaratmamış olanın
bize gönderdiği bir muştucu o yaratık
uyarıcı ve muştucu bir yaratık
– tanrı boş yere bir şey yaratmamıştır
anlayan için muştucu duyan için uyarıcı –
ateşle dans eder o güneşle dans eder
çırçıplak çıkar güneşin karşısına
belki yaşayamaz güneşi eksik kışta
fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır.
sezai karakoç
Görsel kaynağı: https://art.caitlinpisha.com/
Ömer hocam, çok hoş bir yazı. Kazı olacaksa bu şekilde olmalı, diyecek denli güzle bir yazı. Çok beğendim, ellerinize sağlık, Türkçenize kuvvet.