Bir Müze Gezintisi Filmi ve Düşündürdükleri


Yazar: Fatma Zehra Selvi

Lopushansky 1979 yılında “Stalker” filminde Tarkovsky’nin asistanlığını yaparak sinema dünyasına giriş yapmış ve 1989 yılında çektiği “Bir Müze Gezintisi” filmiyle kimilerine göre sanatını en iyi şekilde icra etmiştir.

Filmde dünya, insanoğlunun ilerlemesiyle eş zamanlı olarak gittikçe bir çöp yığınına dönüşen, yeni doğan çocukların yüzde kırkının genetik bozukluklarla dünyaya geldiği ve durumun gittikçe daha da kötüleştiği bir yer olarak tasvir edilir. Filmdeki ana karakter şehirden kırsala uzun zamandır kimsenin gitmediği, gidenlerin de dönemediği bir denizaltı müzesini ziyaret etmek için gelir. Ancak müzeye gitmek hiç de kolay değildir, müzeye ancak denizin çekildiği yedi günlük bir süre zarfında deniz tabanında üç günlük bir yol yürünerek varılmaktadır. Deniz sularının çekilmesini bekleyen ziyaretçi, o süre gelinceye kadar bir pansiyonda konaklayacaktır. Temel sorgulamaların bu karakter ve zemin etrafında geliştiği filmde karakterin gitmeyi tasarladığı müzenin bahsi sürekli geçmektedir.

Ziyaretçinin ilgisini çeken diğer bir şey ise soyu bozukların inandıklarıdır. Filmde sağlıklı karakterler inançsız kimseler olarak gösterilirken hasta olarak doğanlar inançlı kimselerdir. Soyu bozuklar her hafta kiliseye gitmekte çeşitli dua ve ritüelleri yerine getirmektedir. İnanç düzeyleri, bildikleri sayılı dua ve ritüele bakılırsa, bir çocuğun imanından farksız; o denli karmaşıklıktan uzaktır.

Ziyaretçinin diğerlerinin uyarılarına kulak asmadan bu tehlikeli yolculuğu göze almasının temelinde insanın özüyle irtibat kurma isteği yatmaktadır. İnsanın geçmişle kurduğu irtibatın bir aracısı olarak müze, filmdeki tabirle “geçmişe dokunma” isteğinin bir göstergesidir. Lopushansky film boyunca Tanrı’yla kurduğumuz bireysel ilişkimizi yeniden gözden geçirtip sorgulatıyor; dua, mucize gibi kavramların içini modern öncesi anlamlarıyla tekrar doldurmaya çalışıyor ve katı determinizme açıkça meydan okuyor. Filmde ziyaretçinin kitap falından çıkan cümle bizi bütün bunları tekrar düşünmeye götürüyor. “Ölüler dirilse bile inanmayacaklar.” Evet, ölüler dirilse bile yaşayanlar inanmayacaklar. Mucizelere inanmak, insanı mucizeleri yapan bir vasıtanın etkilerine inanmaya götürür ve mucize dediğimiz şey aslında büyüsel olanın sembolik bir tezahürüdür, bir adlandırmadır. Mucize hissediş, dokunuş, işaret değil midir ki genel uyum içerisinde mucizeleri bu uyumun kendisi olarak alamaz mıyız?

Stalker filminde de iz sürücü olağanüstü durumların mümkün olduğu bölgeye giderken profesörün yanında basınç ölçer ve termometre almasıyla alay ederek ona mucizelerin deneyle bir ilgisinin olmadığını söylüyor ve deneysel tavrınızdan vazgeçin diyordu. Biz mucizeleri elimizde aletlerle ölçmeye kalkıyor ve mucizeleri nedenselliğin içerisinde tartışıyoruz, aynı şekilde duayı da katı determinizme indirgiyoruz ve dua etmenin psikolojik etkilerinden bahsediyoruz. İstemeyi bilmiyoruz ve işin kötüsü artık buna ihtiyacımızın olmadığını düşünüyoruz, Tanrı’yı nasıl çağıracağımızı bilemediğimiz için onun etkilerinden de mahrum kalıyoruz. Hâlbuki eski dünyada, doğru Tanrı’yı uygun formda çağırma becerisi din adamları tarafından icra edilen bir sanattır. Çünkü Tanrı’nın gücünün, doğasının onun ismiyle var olduğu düşünülür, Tanrı’nın ona sunulan istekleri ancak doğru bir şekilde çağırılırsa kabul edeceği öngörülürdü.

Filmde insanların bütün ilişkilerine nüfuz eden bilim ve tekniğe duyulan imanın getirdiği özgüvenin yıkıcılığı karamsar bir atmosferde verilmeye devam ediliyor ve Lopushansky art arda sorduğu sorularla tartışmasını biraz daha ileriye götürüyor; “İnsan ne yarattı?” sorusunu bize yönelterek yaratmanın faili konumuna insanı koyuyor ve insanı ortaya koydukları üzerinden tartışmaya başlıyor. İnsan bir çöp yığını mı yarattı yoksa şehirler mallar zenginlikler mi yarattı? İnsan nerede hata yaptı? Bu sorular filmin süregelen distopik atmosferi içerisinde anlamlı olabilecek cevaplarla karşılık bulacaktır; “İnsan aslını unuttu.” Peki insanın aslını unutması neyi beraberinde getirdi ve bütün bu yaşadıklarımız neyin sonucu? dediğimiz zaman yine cevabı bize kendisi veriyor. “Bu bir lanet.” bunun bir lanet olduğunu düşünmemizi bizden istiyor. “Evet, bu bir lanet ama hangi süreçlerin sonucunda ortaya çıkıyor?” “Tanrı’nın saklanmasıyla ve cehennemin hüküm sürmesiyle.” “İnsanın olduğu her yer cehennemdir.” diyor. Belki de Tanrı’nın kuşatıcılığından ve merhametinden uzak bir dünya cehennemin ta kendisidir. İnsanın en büyük hatası belki de aciz olduğunu, fakir olduğunu unutmak ve Yaratıcının sonsuz kudretinden yüz çevirmektir.

İnsanın sadece zayıf, muhtaç durumdayken yaratıcıdan istemesi soyu bozukların çaresizlikleri, elemleri ve ritüelleri üzerinden anlatılmakla beraber sağlıklı, normal insanların sahip oldukları konfora aldanıp yaratıcıdan yüz çevirip hazlarının, şehvetlerinin peşinden gitmesi de filmde siyah beyaz iki uç olarak gösterilmiştir ancak ziyaretçi bu iki uç nokta arasında bir yerde bulunmaktadır dolayısıyla Ziyaretçi’nin dünyaya yönelik bu ikili yapısı onu zor durumda bırakacaktır.

Tanrı’nın saklandığı bir dünyada yaşamak ise sadece hazları için çalışanların kotarabileceği türden bir şeydir. Nitekim manastır sahnesindeki vaazda “Her şey zehirlenip çarpılacak çünkü şehvetin, sonunda seni tüketecek insanoğlu kendine bak ve kederlen” deniliyordu ve orada bulunanların bildiği tek dua şudur; “Bizi buradan çıkar.” İnançlı insan boğazını sıkan bu elemden, lanetten ancak bu dünyadan çıktığı zaman kurtulabilecektir.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s