Yazar: Zeynep Özer
Dünyaydı burası; gönül bilmezlerin, merhamet denizinden yudumlayamayanların cenneti. Ne çok mana yüklenmişti oysa. Suyu acı, ateşi yakıcı bir dünya. Dünyaydı işte. Durup bakmaya başlandığında yaşaması zor bir yer olurdu. Olmazların olur gibi olduğu koca bir yanılsamadan ibaret hayatların bütünü. Cümleleri devrik, kalpsizleri çoktu. Kanayan yaraları, masum ölüleri, bîhaber dirileri olan bir dünyaydı. İyilerinin can vermeye dermanı kalmayan bir cehennem. Dünya kitabının lekeleri ancak kirli ruhlara kaftandı. Asıl lekelere rağmen kadının defterinde tek bir gerçek vardı: Dünya her şeye rağmen onurlu tamamlanması gereken bir yerdi.
Kederlerle, yaralarla, anılarla uzayıp giden karanlık gecelere bedel bir aydınlık vardı elbet. Aşk! Tüm gönül pencerelerine güneş açtıran, tüm mevsimleri rengârenk çiçekli bahçelere çeviren bir aydınlık. Öyle bir aydınlık ki, göremeyenlerin acıları ebediydi. Değil midir ki, aşkı tatmayanlar rastgele geçmiştir dünyadan. Bütün kapıların açıldığı bir anahtar, çıkmaz sokakların tek çıkar sokağı. Öyle ki dünya onun varlığıyla dönüyor, güneş her gün aynı tazeliğiyle doğuyordu. Duanın dahi ziyan olmadığı tek yerdi belki. Hiçbir güzellik sıradanlaşmıyordu onda. Dahası zamanı olmayan bir güzellikti. Fakiri zengin etmeye yeterdi. Her şeyin gölge olduğu bir dünyada tek gölgesizdi. Her şeyin gelip geçici olduğu bir dünyada tek kalıcı olandı. Sönen mum onda sönmez olurdu. İki kahramanlı tek hikâyeydi. Tekrarı olmayan bir hikâyeydi. Gönül gözüyle bakanların aydınlığıydı. Belki de insan olmanın yolunu gösterendi. Aşkı yaratan Allah’a hamd olsun. Ya yaratmasaydı, ne olurdu dünyanın hali? İçinden şiirsiz geçilemeyen yurttu aşk. Aşk yurdunun duraklarından biri de veda durağıydı. En sancılı olanıydı veda durağı. Veda durağından korkmak sevdaya yakışmazdı.
Gönül penceresine yansıyan aydınlığın veda durağıyla masasına oturdu kadın. Veda durağının ışığı, kadının hüzün dolu siluetinin gölgesini masaya düşürmeye yetmişti. Sarı kaplı defterini açtı, sayfalarını çevirmeye başladı. Ne kadar yabancı geliyordu yazdıkları. Satırlarda kuruyan mürekkep dahi “neden?” dedirtmeye yeterdi şimdi. En korktuğu adamın ona kaderini sorgulatmasıydı. Korktuğu başına mı geliyordu? Bütün o eski sayfaları kapatıp yeni bir sayfa açabilir miydi kadın? Oysa kaderini güzelleştiren, mürekkebini ıslak tutan o aydınlıktı. Ruhunu saran, en candan arkadaşı değil miydi adam? Gönlündeki sevda hiç dinmeyecek bir acıya mı bırakmıştı yerini? Her sevda bir veda mıydı yoksa? Kalbindeki yaralar daha çok ve daha derindi artık. Pişman değildi kadın. Rıza ile girilen gül bahçesinin pişmanlığı olur muydu hiç? “Gönlümü aç Rabbim. Aç ki, yüreğimi büken bu yükten kurtulayım.” diye dua etti kadın.
Eskisinden daha yabancıydı kendine. Nasıl olmasındı, yüreğinden adam geçmişti. Kime bağlanmıştı? Hangi ilaç derdine şifa olabilirdi? Gönül yarasıydı bu. Çaresiyse aftı. Öyle ya, gidilmez denilen yerlere gidenler ancak af makamı ile dönebilirdi. Af ise aşk yurdunun en pahalı makamıydı. Canından geçmeye hazır olanların makamı. Kalbin büyüklüğü ise affedebildiklerin kadardı. Vakit hasret vaktiydi. Derin bir hasretin üstesinden gelebilme vaktiydi. Çünkü yitirmek gibi bulmanın da vakti vardı. Af makamı ile dönen bulunmuş olacaktı.