Yazar: Hadi Ensar Ceylan
Hasan Ali Toptaş, Gölgesizler, Everest Yayınları, İstanbul 2018.
Bir eser hakkında değerlendirme yaparken akademisyenlerin, çalışmanın anahtar kavramları üzerinden konuşma alışkanlığı vardır. Kanımca bu, oldukça iyi bir yöntemdir de. Zira bu sayede çalışmanın ana fikirlerinden kopmadan değerlendirme yapma imkânına kavuşuruz. Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanı için bir dizi anahtar kavram tespit edilecekse şüphesiz bunlardan biri, belki de başlıcası “kayboluş” olacaktır.
Roman, iki ana mekânda başa gelen kayboluşları anlatıyor. Biri, şehirdeki berber dükkânı; diğeri ücra bir köy. Dükkânda kaybolan köyde; köyde kaybolan dükkânda ortaya çıkıyor. Bir kaybolup, bir ortaya çıktıklarından döngüsel bir hisse neden oluyorlar: tekrar. Bu da belki romanın ikinci anahtar kavramıdır.
Şiir, hikaye ve romanlarda, yazarın okuyucu üzerinde, eskilerin tabiriyle kabz ve bast halinde yarattığı tesir başarı ölçütü olarak görülebilir. Özellikle sahip olduğumuz eşyaları kaybetmenin neden olduğu ilginç bir iç sıkıntısı vardır. O eşya size çok lazımdır ya da ona çok değer veriyorsunuzdur. O kaybolmuştur, ama aslında yok olmamıştır. Bir yerlerdedir. Bu onun bulunabileceği anlamına gelir. Ama tüm aramalarınıza rağmen onu bulamazsınız ve bulamadıkça da sıkıntınız artar gider. Kayboluş üstüne kayboluşları okuduğumuz Gölgesizler, okuyucusuna böyle bir iç sıkıntısı veriyor. Aslında bu, kayboluş temasının oldukça iyi anlatıldığını ve okuyucuda tesir bırakması bakımından başarılı olunduğunu gösteriyor. Ancak iç sıkıntısına ne kadar tahammül edilebilir ki… Gölgesizler, kasvetli havasıyla okuyucusunu gerçekten zorlayan bir roman. Bir an önce bitmesi istenen kâbuslar gibi… Öte yandan hikâyenin sürükleyici anlatımı, usta işi tasvirler ve şaşırtan son’lar romanı elinizden bırakmanıza mani oluyor.
Romandaki kayboluş çeşitliliğinin en etkili örneği aklın kaybolması. Cennet’in oğlu aklını yitirmiştir: “Göz göre göre yok olmuştu o; kendi görünürlüğünün derinliklerine çekilmişti. Her gün her yerde karşılaşılacaktı eskisi gibi, sesi işitilip kokusu duyulacak, ama asla ona ulaşılamayacaktı. Herhalde kendi varlığına karışarak yok olmak en akıllıca yöntemdi.” (s.110-111) En rahatsız edicisi ise gerçekliğin kaybolması. Aynalı Fatma, yaptığı fahişelik hizmetiyle (!) “Belki de Tanrı katında, yeşil bir sedirde oturuyormuş…” (s.74)
Romanın başkarakteri ise bence muhtardır. O muhtar ki köyünün, daha romanın başlarında, “Tanrı’ya ve devlete en uzak köy olduğunu” (s.10) düşünürken, modern devletin tanrılaşan karakterini aklımızın bir ucuna kazır. Romanın sonunda ise Güvercin’i devlet dairesindekilere sorarken başına gelenlerle –ki bu bölüm romanın en iyi bölümüdür (s.218-219)- insanın devlet nezdindeki un ufak yerini bize gösterir. Beklenmedik akıbetini neye yorabileceğimizi ise romanı okuyan herkes kendisi düşünsün.
Görsel kaynağı: https://www.footwa.com/tag/cloudy-sky/
Not: Yazıdan sonra söz ve müziği Candan Erçetin’e ait “Ben Kimim” adlı soundtracki dinlemenizi tavsiye ederim.