Yazar: Ömer Gülen
Daha yavuz bir belge var mıdır ha
Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden
Bu püsküllü tarihin iğreti hikayesine dair bir şeyler yazmaya niye bu kadar hevesliyim. Öylesine bir merak değil benimkisi. En cahillerini süsleyip püsleyip gerçeği bizden kaçıranların iş başında olduğu bir yerde bir yüzyıllık tarih kadar eski olmayan fakülte tarihinin, ‘karanlıkçı’ yıllığına kayıt düşmeyi bir vazife olarak üstleniyorsam eğer bunun sebebi, ‘aydınlıkçı’ homo academicusun nefretini besleyen gerçekle okuyucuyu buluşturmaktır. Onların seslerinin güçlü ve coşkulu havasının, entelektüel bilgiyi teğet geçerken farklı renkler şeklinde kendini gösteren modernleşme tarihimizde cılız ama korunaklı, bilgece değil ama sipariş edilmiş, oryantalist bir uç beyliği kıvamında bir sese sahip olduğunu görmek beni tahrik ediyor.
Fakültenin entelektüel tarih diyebileceğimiz bir üniversite geleneğiyle ne kadar bağlantı kurduğuna yönelik söz söyleme hakkına sahip değilim. Malumunuz düşüncenin olmadığı yerde üçüncü dünya aydınına özgü gürültü, çağdaşlaşmak ve aydınlanma üzerinden sürdürülür ve bu gürültü felsefi içeriğe sahip olmadan politik bir söylem şeklinde dillendirilip aktarılır. Kant ya da Comte’a yeni bir aydınlanma ve pozitivizm anlayışı sunacak kadar hilkat garibesi bir okumaya dayanan bu retoriğe biraz dikkat edince oldukça ucuz okumaların eşlik ettiğini hemen fark ederiz. Geriye sadece ‘muasır medeniyet seviyesine’ bizi taşıyacak bir mit kalır. Aydınlanma miti.
Yarım Bırakılmış İslam Modernleşmesinde II. Sahne, İlahiyat Geri Dönüyor
Sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk
Alıklar hikayeyi alır ve bir cenaze levazımatçılığı türünden bir meseleye bağlar. Bu yaklaşıma ne de acınası bir hal dememiz için bir çok sebebimiz var. Daha akıllı bir kaç devlet adamı ise ‘yeni dünya düzeninin’ yeni bir siyaset ve iktisadı zorunlu kıldığını! II. Dünya Savaşı sonrası hemen farketmişti. Bu yıllar, Truman Doktrini ve Marshall yardımlarının gündemde olduğu yıllardır. Yeni dünyanın sahibi Amerika kendi müttefiği olacak devletlerden muhafazakar bir siyasi yönelim beklemektedir. Belli ki ezanı 1950’lere kadar Türkçe okutan bir politika, dini okul açma konusunda çoktan müesses nizamla belirli müşavereler yapmıştı. 1947’de gündeme getirilmeye başlanan dini okullar açma fikri 48’de İnönü tarafından bakanlar kurulunda tartışmaya açılır. Kemalizm’i partizanca savunanlar fikre karşı çıksa da meselenin kendilerine ne kazandıracağını gayet iyi bilen vekiller halka dost elini uzatarak bu işle uğraşması için bir komisyon oluşturur. Komisyon heyetinin hazırladığı bir program ile 4 Haziran 1949’da Ankara İlahiyat Fakültesi kurulur. Komisyon üyelerinden Tahsin Banguoğlu ve Nihat Erim, mecliste yaptıkları konuşmalarda, açılacak İlahiyat Fakültesi’nin ‘Atatürk inkılâbının sağladığı zihniyet değişimini uzaktan yakından bir tehlikeye maruz bırakmamak’ şartıyla fakültenin kurulması kararının alındığını söyler. Her iktidar kendi otantik mitine ilkelerini dayandırarak meşruiyet zeminini sürdüreceğini bilmektedir.
Adı İlahiyat olan bu fakülte de neyin nesi? İlk öğrenciler bunu pek düşünmeden kayıtlarını yaparlar. İlk öğrencilerin bir kısmıyla yapılan söyleşilere bakılırsa kayıtlarını yaparken önce bir kaç memurun fırçasını yemek zorunda kalacaklardır. İlkler arasında bilinçli olarak ilahiyatı tercih eden öğrenciler vardır: Esat Kılıçer, Neda Armaner, Hulusi Özkul gibi. Fakülte açıldı fakat henüz ortada kapsamlı bir müfredat yok. Üniversite geleneğimiz, İlahiyat müfredatına yabancı bir vaziyette miydi? Maarif tarihimize yüzeysel bir bakışla bunun böyle olmadığını anlıyoruz. 1909 yılında Emrullah Efendi, Medreseden bağımsız bir modern ilahiyat eğitimi için Ulûm-i Şer’iyye Fakültesi ismiyle İslami ilimler, genel tarih ve felsefe derslerini içeren bir müfredat hazırlar. Fakat Ulûm-i Şer’iyye Fakültesi, bu işlevi medreseler görüyor bahanesiyle 1919’da alınan bir kararla kaldırılır. 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat kanunu ile kapanan medreselerin yerini alması için 21 Nisan 1924 yılında Dârülfünun içinde Cumhuriyet’in ilk İlahiyatı açılır. Bu fakültede, Şemsettin Günaltay, Yusuf Ziya Yörükan, Georges Dumézil, Şekip Tunç, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, İzmirli İsmail Hakkı, Şevket Efendi, Fuad Köprülü, Mehmet Ali Ayni, Mehmet İzzet ve Mehmet Emin gibi hocalar ders verir. 1933’e kadar eğitime devam eden üniversite, Darülfünun’un lağvedilip İstanbul Üniversitesinin kurulması sonrasında İlahiyat Fakültesi, İslami İlimler Enstitüsü ismiyle yeniden güncellenerek eğitimine devam eder. 1936’da enstitü de kapatılır.
Gördüğünüz gibi, Cumhuriyet’in ilk ilahiyat fakültesi değiliz ama çok partili döneme geçiş sonrasının ilk fakültesiyiz. Bu gururumuzu birazcık okşasa da nihayetinde yeni bir politik sürece geçişimize dair bir imajın beslemesi olduğumuz belli. 1949’da kurulan İlahiyat’ın müfredat taslağını komisyon üyelerinden Hilmi Ziya Ülken hazırlar. Bu taslak, İslami İlimler, Tefsir, Esbab-ı Nuzül, Nasih ve Mensuh, İlmi Hilaf, Tefsir Tarihi, Hadis İlimleri, İslam Hukuk Tarihi, Kelam, İslam Felsefesi, Tasavvuf Tarihi; İslam Medeniyetine ait İlimler, ve Tamamlayıcı İlimler şeklinde belirlenir. İslami İlimler derslerinin birçoğu 1951’den sonra okutulmaya başlanacaktır. Klasik İslami eğitime yönelik derslerin kürsüsü ‘dogmatik ilimler kürsüsü’ olarak belirlenir. Fakülte, 40 kişilik öğrenci kontenjanıyla eğitime başlar. 31 erkek, 9 kız (ya da 11). Öğrenciler, Hukuk Fakültesi ile Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi arasında koşturarak eğitimlerini sürdürür. İlk öğrenciler arasında Yaşar Kutluay, Neda Armaner gibi Fakültenin kendi asistanı olacak hocaların yanında, Sedat Veyis Örnek gibi daha sonra Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinde Halkbilim bölüm başkanlığı yapacak hocalarımız vardır. Fakülte’nin ilk hocaları çok yaygın bir kanaate göre, İslami ilimleri öğretmek konusunda yetersiz hocalardan oluşmaktadır. Bu bilgiye ihtiyatla yaklaşmamız gerekir. Fakat ilk hocaların bir zihniyet propagandasını sürekli gündeme getirerek, bir kısım öğrencilerin hoşnutsuzluğunu kazandıklarını öğrencilerle yapılan söyleşilerde görebiliyoruz.
Fakültenin teoloji olması istenen kadrosu hazırdır ama ‘dogmatik ilimler kürsüsü’ henüz boştur. Bu kürsü için, M. Tayyip Okiç, 1950’de fakülteye davet edilir ve Okiç, Hadis profesörü olarak 1950-51 yılları itibariyle öğretime başlar. Okiç’in babası Mehmet Tevfik Efendi eğitimini İstanbul’da almış bir Şeyhülislam ve Mehmet Akif’in de iyi bir arkadaşıdır. Okiç çocukluğundan yetişkinliğine doğru sırayla Bozacı Hacı Hasan Efendi’nin himayesinde, İslam Mekteb-i İbtidâisi diplomasını, sonra Bendbaşı Rüştiye Mektebi’ni, Okruzna Medresesini, İslam Hukuku ve İlahiyat Mektebini bitirmiştir. Bu dönem içinde, Zagreb Üniversitesi’nde Latin Dili ve Edebiyatı kursunu ve yine aynı üniversitede Hukuk Fakültesi’ni bitirir. Daha sonra, Sorbonne edebiyat fakültesinde Arap ve Farsça Dili ve Edebiyatı diploması alır. Daha sonra Tunus ve Belgrad Üniversitelerinde eğitimine devam edecektir. 1945’te ikinci vatanı gördüğü Türkiye’ye gelen hocamız, 50’de Ankara İlahiyat Fakültesine davet edilir. 1970’e kadar burada hocalık yapar. Yerli dinazorlar, Okiç’in karşısında, büyük bir sorunla karşı karşıya olduklarını anlasalar da, eğitimindeki büyüklük ve nezaketindeki derinlik karşısında dost görünmeye çalışırlar. Okiç, Hadis kürsüsü için açılan ilk asistanlık imtihanında başarılı gördüğü Fuat Sezgin’in alınmasını önerir. Bu öneri dikkate alınır ve Fuat Sezgin fakültenin ilk asistanı olur fakat Sezgin fakülteye üç sene tahammül ettikten sonra İstanbul’a geri döner.
Fakültenin ilk öğrencilerinin motivasyonları farklılık gösterir. Ailelerinin eskiye dair hatıralarının etkisiyle ilahiyatı tercih eden öğrenciler olduğu gibi, bilinçli bir aydınlanma sürecinin dini eğitimin doğru anlaşılmasıyla mümkün olacağına inanan öğrenciler de vardır. Neda Armaner’in rivayetiyle birinciler karanlıkçı tarafı, ikinciler aydınlıkçı tarafı temsil etmektedir. Yine Armaner, başlangıçta kendi aralarında bulunan Yaşar Kutluay’ın sonradan karanlıkçı tarafa eğilim gösterdiğini ve bu sebeple asistanlık dönemlerinde sertçe tartıştıklarını söyler. Karanlıkçı öğrenciler, hocalarının anlattıkları dinî eğitimden memnun değillerdir. Mukaddes gördükleri değerlere yönelik ‘alaycı, kışkırtıcı türden iki kültür temalı (kemalist cumhuriyet: aydınlanmacı; önceki tarihler: çağdışı) karşılaştırmalara sürekli muhatap olurlar ve genel tarih içinde kendilerine anlatılan bilginin sahteliğine dair bir şeyler hissetseler de doğrusunu bilmedikleri bu eleştiriler karşısında susmak zorunda kalırlar. Fakat Tayyip Okiç, Hilmi Ziya Ülken, Hamdi Ragıp Atademir, Esad Arsebük gibi hocaların derslerini takip ettikten sonra diğer hocalarının anlattıklarının ‘devlet ideolojisi’ mesabesinde bir bilgi mahiyetine sahip olduğunu fark ederler. Dolayısıyla, ilk öğrenciler arasındaki aydınlıkçı, karanlıkçı ayrımın imajinatif yönünün hocaların bilgi ve söylemleri özelinde sürdürüldüğü anlaşılıyor (Ne de tanıdık bir tarih).
İlahiyat’ın 1950 ile 1970 arasındaki tarihi ilginç bir tarihtir. Bu dönemler arasındaki öğrenci yıllıklarında Cumhuriyet tarihinin sosyolojisini görmek mümkün. Okulda hazırlanan mezuniyet yıllıklarında kız öğrencilerin okul kayıtlarına başları açık fakat kendi kişisel albümleri için kapalı resim verdikleri gözükür (2010’lara kadar da öyle değil miydi acaba). 1965’ten sonraki öğrencilerin kendi aralarında çektikleri fotoğraflarda kapalı olan kız öğrencilerin dizleri üzerindeki eteklikli fotoğrafları dikkat çeker. Tayyip Okiç, kız öğrencilerin başları açık olarak ilahiyat eğitimi almasını eleştirenleri eleştirir fakat Hatice Babacan olayında, öğrencisinin başörtüyle okuma hakkının olduğunu söyleyerek Babacan’a destek verir. Okiç bu desteğinin bedelini ağır ödeyecektir. 1968-1969 İlahiyat Fakültesi mezunlarının hazırladığı yıllıkta ‘önsöz’ başlığı altında Tayyip Okiç hoca için dile getirdikleri “.. esefle belirtmek zorundayız ki tefsir, hadis gibi en mühim İslami ilim dallarında halen bir tek Türk profesörü bulunmayan memleketimizde, bu ilimleri kürsülerini de kurarak, çeyrek asırdır okutmakta olan bir Alim, mukavele ve kanun hükümleri rafa kaldırılarak, fakültesinden ve sevgili öğrencilerinden uzaklaştırılmak istenmesine..” yönelik bir mekanizma harekete geçer. Fakültenin kuruluş yılları itibariyle amuda durması buyurulmuş bir ilahiyatı, ayakları üzerine oturtmayı başarmış hocamız, 1950’den beri aydınlıkçı zevatın heveslerini kursaklarında bırakması nedeniyle 1964 yılı itibariyle yavaş yavaş fakülteden uzaklaştırılmaya çalışılır. 70’lerde Fakülte’yle olan sözleşmesi hukuksuz bir şekilde feshedilen Okiç, 70-73 yıllarında büyük sıkıntılar yaşadıktan sonra, 73-77 yıllarını Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nde hocalık yaparak geçirir ve 9 Mart 1977’de Erzurum’da vefat eder.
Karanlıkçı tarafın bir geleneği artık başörtüsü eylemleri olur ve tabii ki aydınlıkçılarımızınki de yasaklar. Bu konuda pek saygın ‘aydınlıkçı’ tayfanın başörtüsü meselesinde gösterdiği ‘özgürlükçü’ tavrı anlamaya çalışırsanız eğer zahmetinize karşı sadece ‘laikliğin’ faziletine yönelik bir söylevle karşılaşırsınız. Fakat aydınlıkçılarımız bu seviyede de durmayı pek sevmez ve gerekirse Bahriye Üçok gibi, başörtülü bir kızın dersten atılması sonrasında onu destekleyen bir erkek öğrenciye tokat atarak, (bu öğrenci fakülteden de atılacaktır) okul çevresindeki korkuluklara dikenli teller koydurarak ve fakülte içinde ikna odaları oluşturarak, özgürlükle ilgili pek aydınlanmacı fikirlerini garip bir pedagojik yönteme dönüştürmekten çekinmezler. Sonrasında özgürlükçü pedagoji üzerine nutuk atmak da kendi müfredat konuları arasında yer alacaktır.
Ve son olarak İlahiyat tarihimizin üniversite geleneğinin neresinde durduğu gerçeği. Çok şükür, kötünün en iyisiyiz. En iyi olmamızda aydınlıkçı tarafın hakkı teslim edilmelidir. Doğru söyledikleri tek gerçek şey olan ‘tenkid’ sözü zihinde bir canlılık bırakıyor. Fakat cesaretiniz varsa kendilerini tenkit edin ve görün meselenin gerçekte ne olduğunu. Karanlıkçılar, modernitenin, üzerlerindeki ideolojik şiddetin ve geleneğe yönelik şüphelerinin kıskacında doğru bir usul ve metodolojinin ne olması gerektiğiyle ilgili kafa karışıklıklarını sürdürmektedirler. Aydınlıkçılar bu meseleyi çözmüş olmalarının fantezisiyle, 50’lerden beri öğrencinin din algısıyla alay etmeyi sürdürerek günü geçirmenin rahatlığı içindeler. O pek muteber ilahiyat bilgileri öğrencilere karşı sergiledikleri tahrikin kendilerinde bıraktıkları haz kadar bir değere sahip. Bu hocaların, metin okuma problemleri, bütüne yönelik anlama problemleri, sosyal bilim geleneği içinde sürekli değişen modern metodoloji meselelerini kavrayamayışları ve modern ve geleneksel dünya görüşlerinin ortak ve farklı yapısal özelliklerini anlama konusunda sergiledikleri cehaleti düşündüğümüzde onlarla ilgili geriye sadece tek bir şey kalıyor. Her şeyi söyleyip gerçekte hiçbir şeyi söylememiş olmanın cesareti. Bu cesareti bilgiden mi alıyorlar, yoksa saklı seçilmişlerden sayıldıkları güçten mi? Bizi ne ilgilendirir bunlar sevgili okuyucu. Eğer onların bilgileri, ruhlarını birazcık eğitseydi daha güçlü bir üniversitenin nasıl mümkün olacağını hep birlikte görebilirdik. Fazlası laf-ü güzaf ve nihayetinde ‘görüyorsunuz, ilm-i hilafı cedel düzeniyle hayat; nasıl da sürüklüyor kendini’.
Şimon’la Levi kardeştir,
Kılıçları şiddet kusar. Gizli tasarılarına ortak olmam, Toplantılarına katılmam. Çünkü öfkelenince adam öldürdüler, Canları istedikçe sığırları sakatladılar. Lanet olsun öfkelerine, Çünkü şiddetlidir. Lanet olsun gazaplarına, Çünkü zalimcedir.
Onları Yakup’ta bölecek ve İsrail’de dağıtacağım.