Yazar: Tarık Akçay
Ay dağların ardında kayboldu. Bugüne kadar ayın batabileceğinin, hatta güneş gibi batabileceğinin hiç aklına gelmediğini fark etti. Hâlbuki çok kere güneşin batışını izlemişti. Onu bu an karşısında şaşırtan bir şey vardı fakat kendisi bile bunu ifade edemez haldeydi. Bir iç geçirdi ve sonra ‘Her zamanki halim’ diye kendi kendine söylendi. Evet, her zamanki haliydi. Bundan emin olun, çoğu zaman gökyüzüne olan hayranlığını gizleyemezdi. Onu yolda yürürken görüp arkasına takılsanız bunu siz de fark edersiniz. Bir gün ciddi ciddi onu takip edin. Gözlerinizi ondan esirgemeyin sakın, elbet göreceksiniz onu başını dikmiş bir halde gökyüzüne bakarken. Az kalsın geçenlerde bu yüzden bir kaza bile geçiriyordu. Bir de uslanmak bilmezdi. Her neyse bırakalım artık onun bu garip halini. Şimdi o, kalktığı yatağına bir an önce dönmek istiyordu. Aslında yatağı hemen dibinde sayılırdı, düşünün odasından çıkmamıştı bile. Sadece pencerenin önüne gitmişti. Nedense yatağına dönmesi çok ağır geldi ama ilk fırsatta kendini yatağa atıverdi. ‘Şimdi uyumak da bir mesele, ne diye kalkarsın ki bu vakitte’ diye bir şeyler mırıldanıyordu kendisini bile rahatsız etmeyecek bir sessizlikle. Bir türlü uyuyamıyor, sağa sola dönmek yerine ayak parmaklarını birbirine değdiriyor, parmaklarının birbirine dokunmasının ardı sıra bunları sayıyordu. Bu durum onun için çok olağandı. Ya uyuyamayacak ya da ansızın uykunun orta yerine dalacaktı ama bu sürecin uzamasının nedenini kendisi biliyordu. İçi kıpır kıpır olduğunda yatamazdı. Kalbi güm güm atıyor gibi hissediyordu da gerçekte öyle bir şey yoktu. Şahsen kıpır kıpır diye tabir ettiği hal de buydu. Bir başına kalmıştı. Buna çare bulunamazdı ona göre. Ne vakit kendi kendisine kalsa düşüncelere dalardı. Üzüleceğini bildiği halde düşünürdü. Düşünmek ona -hele ki hayat üzerine düşünüyorsa- çoğunlukla acı verirdi. Bir başına kalıp düşünmek, dinî vazifelerini yerine getirmekle kıyas edilebilecek hale gelmişti. Düşüncelerinden kurtulup hayata karışacağını, duygusallığıyla yaşamın gerçekliği arasındaki gerilimi, bütün her şeyi biliyordu. Her şeyi göze alarak düşünüyordu. Başka şeyleri de biliyordu. Hayatın böyle gerilimlere müsaade etmediğini, düşündüğü çoğu şeyin gerçek yaşamın önüne geçemeyeceğini biliyordu. Don Kişot gibi savaşmalıydı. Hayatın pek müsaade etmemesine karşı bir yolunu bulup onunla cenk eder havasında düşünmek zorundaydı. Kimseye eyvallah edemezdi bu konuda. Düşündü, düşündü ve düşündü. Kendisine engel olana kadar düşündü. ‘Hayatta ne kadar da film tadı var’ dedi. İnsanların arasına her karıştığında insanlardan bazılarına dikkat kesilir ve o kimselere kendince kafasından bir hikâye uydururdu. Uydurmaya gerek olmadığı zamanlar bile oluyordu. Çünkü herkes canlı bir hikâyeyi bizatihi barındırıyordu. ‘Bütün hikâyeleri de bilmek zor olmalı’ dedi. Bilse bilse en fazla ne kadar bilebileceğini düşündü de sonradan vazgeçti. Her ne olursa olsun her şey eksik kalmaya muhtaçtı. O da her konuda eksik kalacağını bilebiliyordu. Hayatı insanlar üzerinden takip ederken onların hayatlarına ortak olmak, onlara katılmaktan başka bir amacı yoktu. Bir tür hayatla oynanan oyun söz konusu. İşin absürt bir tarafı var. Oyun tek başına oynanmıyordu…