Yazar: Zeynep Özer
Yuva dediğin yer neresiydi? Doğduğun yer ya da doyduğun? Sevdiğin, sevildiğin? En büyük mutluluğunda asla yalnız olmadığını bildiğin ya da en çok mutlu olduğun? Artık bilmiyorum. Tek bildiğim hiç aşina olmadığım bir maceraya atıldığım. Doğru mu yanlış mı, ne kadar uzun yolum, zaman gösterecek. Belki zamanla yeni bir yuvam olur. Belki de savrulur giderim. Bilmiyorum…
….
Günler, haftalar, aylar ve en nihayetinde seneler geçiyordu. Geçen zamanın seyrinde akıp giden duygular bir bir düşüyordu kadının satırlarına. Hüznün şefkatli yüzü kadının ilk suali ,en çetin olanıydı belki de. “Varlığını başkasının varlığına bağlayan bir insanın ruhunda kendine ait duyguların ne önemi vardı? Bulundukları yerin ne kıymeti olurdu?” Zor değildi sualin cevabı. Öyle karışık yahut köhne bir yerde toz içinde kalan, çıkarılmayı bekleyen değersiz bir eşya gibi de değildi. Cevap, kadının yaşamında gizliydi. Bilmesi gerekense sadece “bağlanmak” lisanda kaç heceydi. Ah keşke bir bilseydi… Tam o vakit, kadının ruhunun en ücra köşelerinden kendisinin de yabancı olduğu bir yerden, iki damla gözyaşı akıyordu. Göz pınarlarından gelen durgun sular sessizliğindeki o iki damla ağır ağır kirpiklerinden kahverengi masasına düşüverdi. İki damla gözyaşının önce masayı deleceğini düşündü kadın. Fakat yalnızca masanın kenarındaki kenarı yanık bir kağıt parçasına sızdılar. Sonra bütün hasretini, kızgınlıklarını, sevinçlerini, yorgunluklarını ve dahası yıllardır içinde tutup bir türlü bırakamadığı adını da koyamadığı aşk ile dostluk arasındaki o duyguyu salıverircesine hıçkıra hıçkıra ağladı… Biraz sonra aşk ile dostluk arasındaki yıllardır sakladığı o duyguyu tasavvur etmeye başladı. Hissettiği aşk değildi elbet. Lakin dostluk olmadığı da aşikardı.
“Evet sahiden, aşk değildi ama dostluk da olamazdı. Aşk ve dostluğun bir arada olduğu sınıfa da dahil değildi tabi bu duygu. İkisinin arasındaydı. Ne aşk ne de dostluk olan bir şeydi bu. Adı muamma bir şey. Olsa olsa üçüncü bir duygu olmalıydı bu. Çünkü aşk kadar bencil, yıpratıcı, kıskanç, kaprisli ve aksi değildi bu 3. duygu. Dostluk kadar da ağır ağır akmayan, sancılı bir ilgiydi. Herkes kendi hayatında görünüyordu ama diğerinin hayatına da dahildi. Bir anlaşma imzalanmıştı ki aralarında görünmüyordu. Hiçbir şeyin ismi de yoktu. Anlaşmanın koşulu böyleydi çünkü.”
Ayakları çıplak, çözülmüş saçları dağınıktı kadının. Kalktı, pencereyi araladı biraz, derin bir iç çekti. Kaderine razı oluşunun sükutuydu bu iç çekiş. Sıkıntılarının geçeceğine inanması, onlara dayanabilmesinin tek çaresiydi belki de. Yıllardır yaşadığı 3. duygunun yaşamına getirdiği dağılmışlığın içinde yaşamaya çalışıyordu. “Parçalanmış, dağılmış her hayatın hesabı bir parça 3.duygudan sorulurdu ve bir hayatın dağılması için yapılan şey de onun boynuna vebaldi sanki.”
Kadınınkisi ölmemek için yaşamaktan ibaretti. Ölüme yaklaşmaktan başka bir şey değildi yaşamak meselesi. Ah kader! İnsanı hür kılıp zincirli olduğu gerçeğiyle yüzleştiren yazgı.Yazılanı silmek için yazan kadar güçlü olmak gerekiyordu. Kadın ne o güce ne de silmeye kafa tutabilecek cesarete sahipti. Kaderi yazılmıştı, dürüleli çok olmuştu. Mürekkebi de kurumuştu hem. Ah kader! Demekten öteye gidemezdi kadın. Yaşamak da yorgunluktu bu yüzden. Ölümünse her şeyi eşitlediği muhakkaktı.
Bundandır ki ölüm yaşamaktan daha gerçekti. Yaşamak için yenilenmek gerekiyordu. İnsan içinden yenilenemeyince dışından eskiyordu. Değil miydi bedenin yaşlanması eskimekten? Eskiyen beden bir gün muhakkak gidecekti. Gitme diyeni olacak mıydı? Gittiğindeyse boynuna bir vebal yüklenecek miydi? Gidişi bir yıkım olacaktı adam için. Ve ancak bu yıkımı daha büyük bir yıkım unutturabilirdi adama. Adamdaki duygunun meşrebi belliydi. Ne kadarsa o kadardı. Sirayet etmesi de kaçınılmazdı. Önce adamdaki kadına sirayet etti. Sirayet cürmün başlangıcıydı. Bir hak iddiasını doğuruyordu hissedilen adı olmayan o 3. duygu. Öyle bir duygu ki sancılı ilginin yanında aidiyet hissini barındırıyordu ve ortak bir geçmişle kurulabiliyordu.
Niyeydi ki bunca acı? Dünya imtihan yeriydi evet, bu da bir sınav amenna. Bu kadar sert sınanmak için ortada çok büyük bir aşkın olması gerekti. O aşk ki ancak kulun Allah’a duyduğu türden olsa gerekti ki acıyı dayanılır kılıyordu. Dünya cennet değildi, olsaydı cennetin ne anlamı kalırdı? Dünya bir oyun perdesinden ibaretti yalnızca. Bizlerse birer gölge. Oyun bittiğinde perde çekilecek, gölgeler kaybolacaktı. Kadını gölgelerin yok olacağının aksine perde çekildiğinde cehennemin bir hükmünün olmayacağı korkutuyordu. Gitmemesi gerekenler, öyle bir günde gidiyorlardı ki gitmemek için en uygun olan anı seçiyorlardı. Bundandır ki kadın cennetten çok, ya cehennem hükümsüz kalırsa diye korkuyordu. Güneş doğunca ateşin ne hükmü kalırdı ki? Belki de haklıydı korkmakta kadın kim bilir… Adamı ise asıl korkutan gitmek meselesiydi. Bütün tedirginliği bundandı. Çünkü bir tek veya birçok ne fark ederdi? Kadının ölümü, birçok şeyin ölümü demekti. Ya da her şeyin. En önemlisi koca bir evrenin sönüp kül yığını olacak olması. Kadının ölümünün olduğu yerde hiçbir haklı gerekçeden bahsedilemezdi onun için. Çünkü en değerli yanı her daim kırık kalacaktı. Tek isteği kadınla, gürül gürül akan ayrı ırmaklar gibi değil de, tek bir ırmağın derinlerinde akan su gibi olabilmekti.
İsteğinin gerçekleşmesi zordu , biliyordu adam. Fakat ne diyordu hakikat: “Vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi.” Yol uzun, yol çetin ve hırçın. Yol ki mücadele abidesi. “Ya Rabbi! dedi adam, Ne olur, bütün zorlukları aşabilmem için bana güç ver. Yolumdaki perdeyi kaldır ki bütün engelleri görebileyim. Öyle bir nazar et ki senin nazarınla nazar edeyim kadına. Zor, biliyorum. Ama nasipte varsa yolum aydınlık olur. Ne olur, izin ver.”
Kadın ki en ağır imtihandaydı. Ne zaman, “Ya Rabbi, her şeyi unutmak , adamdan gayri her şeyi geride bırakmak istiyorum” dese tam da unutmak istediği şeylerin ortasında buluveriyordu kendini. “Ey imtihan, şiddetlen nasılsa geçeceksin.” tek tesellisi oluyordu o anlarda.
Dünya bu ya, bu kadardı işte. Dünyanın vekaleti, adaletsiz oluşuydu. Aşkın kefaretiyse imtihandı. Bundandır ki her aşk, ağır imtihanlar getiriyordu.