İran’da Bir Ay


Bu yazıda tamamen gördüklerimi yazdım, yani gözlem yapmadım. Yine de söylediklerimin biraz keskin olacağından ürküyorum. Geziyi pek sevmediğimden falanca meşhur beldeyi tanıtmayacağım.

İran’a gitmek hissi bende Tübitak bursu çıkmayınca tebarüz etti. Şimdi neden öncesinde gelmediğimi iyi anlıyorum. Çünkü ben öyle herkesin sevip bağrına basabileceği biri asla olmadım. Yabancı bir kentte ve devlette de doğuştan asık suratlı, tartımlı, pimpirikli, merdümgiriz ve de müşkülpesent birinin cana yakın bulunması pek beklenilesi değildir. Başkaları bana korkutucu gelir. Şehre baktığımda başka akıllardan bir kalabalık görürüm. Bu yönüyle bende insan ünsiyet kurulacak başkası değil, meşum bir ötekidir. İran’a böyle duyguların rağmına, bir zorunluluktan, akademisyenliğin olmazsa olmazı başka ülke ve kültür görme ve dahi dil öğrenme zaruretinden gitmeyi arzuladım. Ömrün ortasında biraz geç bir hengamda… Çok da sevmediğim bir romanda geçtiği gibi ‘korkuyorsun, ama korkak değilsin…’ sözünü kendime yineletmek için yola düzüldüm, diyelim.

On aylığına izin alıp Tahran’a vardım. İzin işlemleri biraz sündü. Buradaki kurum, Dekhhoda ile yazışma yaklaşık üç buçuk ay sürdü. Öğrenci vizesi istekte bulunduktan iki ay sonra çıkıyor. Okuldan izin işlemleri de iki buçuk ay kadar… İran’da iki önemli kurs var, bunlardan ikincisi Şehid Behişti Üniversitesi’ne bağlı kurs. Genelde bu ikisini tavsiye ediyorlar.

Mesela ben geldiğimde biraz hocasının kalitesine aldanarak Peyâm-ı Nur isminde bir üniversitenin kursuna başladım. Ona gitmenizi tavsiye etmem. Zira sabit bir fiyat politikası, kalacak yer gibi temel ihtiyaçlarda dahi bir iletişimsizlik ve topu birbirine atma gibi belirsizlikler silsilesi mevcut. Önce tanışma, sonra ben sana özel hoca tutarım, sen oraya da git ama buradan da nemalan, valizini doldurup buradan ayrıl, oraya gitmesen de bir şey olmaz, zaten bütün kurumlar bir bakanlığa bağlı, burayı beğenmezsen oraya sonra da gidebilirsin; bir sorun çıkmaz, kurs fiyatları neredeyse aynıdır (yaklaşık üç katı) gibi…  Bu kurum başka bir üniversite ile birlikte zaman zaman bir buçuk, üç aylık kurslar açmaktadır. Duyumlarıma göre o da gezmekten öteye geçemiyormuş. Bu kursların ücreti daha az. Gelen kişinin düzeyi de farklılık arz ediyor. Yani yazı yazmayı bilmeyenle orta seviyedekinin aynı sınıfta olması kabilden durumlarla karşılaşabilirsiniz. Fiyata kanmayın lütfen. Bir ülke dışı seyahatte size refakat edecek kişiyi kadim bir arkadaşın önermesi ve önceden planlanana sadık kalmak önemli, filvaki öğrendim. Bunu ve yukarıdaki iki kurumun dışındaki kurslara pek fazla itibar etmemeyi öneririm.

İran’a uçakla geldim, arkadaşın bulunduğu yere ulaşmam gerek. Konuşma, hak getire. Bana ayarlanan taksi yerine başka bir arabaya biniyorum. Adam Türk olduğumu anlar anlamaz İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül diyor ve Adnan Şenses’in ‘Doldur be meyhaneci’ şarkısını açıyor, bir kadın şarkıcıya geçiyor, tanımıyorum. Adam ben de tanımıyorum, diyor; gülüyoruz. Herhangi bir arabada Türk olduğunuzu söylediğinizde; İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül, Sibel Can gibi yirmi yıl öncede kalmış gündemlerle hafızanız canlanabilir. Futbolculardan Hasan Şaş, Yıldıray Baştürk gibi emekliye ayrılmışların adıyla o günleri yâd edebilirsiniz. İran’ı güzel buldun mu? diyor. Ben daha yeni geldim, diyorum. Yol için ‘elli beş, altmış yeterlidir’ söylenmesi dışında; bunun riyal olacağının belirtilmemesi, ileride aslında iki katı para verdiğimi öğrenmemle ‘hadi be, olsun ne yapalım!’ dememe yol açtı. Yolculuk esnasında adamın ayarlanan araba sahibi olmadığını kırık dökük sorgulamamla anlıyorum. Rica edip arkadaşı arıyorum. Onlar misafirhanede değil, başka bir mahaldeler. Araba yön değiştiriyor, adam ilkin kırk istemişti bu sefer elli beşe çıkıyor. Türkiye’de yüz yirmi liraya gidebileceğim yolu, on dolar artı beş liraya gidince şükrediyorum. Beş liranın hikayesi de bir başka. Adnan Şenses çaldığında bak burada ‘por kon’ söylüyor, diyorum. Adam içkiye düşkün olduğumu zannetmiş olacak ki, beş lirayı da ver, ben onunla Türkiye’de ‘abcu/bira’ içerim diyor. Bir iki dakika sonra ayınca, sen içmiyor musun diye soruyor. Yok, lafiyla ‘yanlış yaptık bak’ diyor. Araba yön değiştiriyor, yeni güzergah biraz şehir dışına kayıyor. Endişeleniyor ve bunu gizlemeye çalışıyorum. Yabancı olmak zor. Yabancılığı, ilkin yalnız başıma sokağa çıktığımda, bir küçük kızın bana el sallamasıyla anlıyorum. Yolda yürümüyorsunuz, her şey üzerinize geliyor. Dünyaya fırlatılmamışsınız, dünya size fırlatılmış.

Şimdiye kadar iki yerde ikamet ettim. Birincisi varış günüm Cuma olduğundan zorunlu ikametim, fakat sonradan yanılarak kaldığımı ve boşuna kendime eziyet çektirdiğimi anladığım yer Peyam-ı Nur’un misafirhanesi. Eğer birkaç gün kalınacaksa olabilir, ama gecenin bir yarısı kimin geldiğini anlamadığınız, binalar arasında açık kapı politikası olan ve fiyatı son anda anlaşılan bir yer için tavsiye etmem. Misafirhanenin bulunduğu yer, Çin Konsolosluğunun üstü. Burada güzel bir park var. Niavaran Parkı, şah zamanında müştemilatlandırılmış bir yer. Ağaçlar yaklaşık Gülhane’deki çınarlar kadar yaşlı. Sokaklardan aşağı dizilen çınarlardan, mahallin oldukça eskilere dayandığını sezmiştim. Sonradan öğrendiğime göre ağaçların Gaçar dönemi kadar geçmişi varmış. Yani yaklaşık yüz yirmi, yüz otuz yıl öncesi. Yol kenarlarındaki kanallar bir dere gibi sürekli akıyor. Niyaveran Parkı çok geniş olmasa da; havuzu, spor kompleksi ve insan çeşitliliği ile göz dolduruyor. Yani birilerine tahsis edilmiş gibi durmuyor. Girişte ilahi yerinde bir şeyler kulağıma çalınıyor. Az yukarıda gençler şakalaşıyor ve tenis oynuyor. Tırmanınca çocuğuyla gezintiye çıkmış çiftlere rastlıyorum. Yağmur sonrasında bir çiçekçi dükkanı yanından geçmiş denli burnum şenleniyor. Az evvel dar sokaktan yukarı çıkarken fark ettiğimse bir başka zenginlik alameti, gaz kokusu idi. Öyle eve gelince ‘tüh, açık unutmuşum’, evliler için ‘hanım, gazı açık mı unuttun/k; dur lambayı yakma, odayı havalandırayım’ diye ufak çapta telaşa dönüşen olay, burada sokaktan geçerken yaşanılacak, sıradanlaşmış bir hadisedir. Sokak gaz kokuyor. Dikkatle bakınca gaz sızıntısının şerbetli katmanlarını izleyebiliyorsunuz.

Türk lirası İran riyalinin yaklaşık iki buçuk katı. Paranın akıl karışıklığına neden olduğunu da belirtmek şart. Bizim Türk lirasından altı sıfır attığımız zamanın evvelini düşünelim. En büyük para bir milyon İran riyali. Genel kullanımda yüz bin riyal var. Yüz bin riyal, halk arasında bir sıfırı atılarak on tümen diye adlandırılıyor. Bunun yanı sıra, on bin riyale, binlik diyorlar. Yirmi bin riyale ya iki tümen yahut iki binlik diyorlar. Demir para da var, ama fazla sürüm değil. Bizim aksimize kağıt paraya da bozuk para diyorlar. Bir arkadaşın tavsiyesini yineleyecek olursak, paralar üzerinde çalışmak zaruri. Az zannedilen çok para kaptırılabilir. Bir Abd doları ise riyalin yaklaşık 15 katı. Bahsi geçtiği üzere yarı fiyata varış noktasına ulaştığıma sevindiğim miktar aslında İran’da iki katı idi. Benzin yaklaşık kırk kuruş, bir depo üç dolara doluyor, bundan dolayı yollar kuru nehirler, arabalar su sanki. Gece saatin ikisinde bile, belli bir trafik mevcut. Gelgelelim trafikte yayalar pek düşünülmemiş. Üst geçide rastlamadım. Kaldırımlar az, olanda ise karşıdan motosiklet gelebiliyor. Motosikletliler yola ters yönde gidebiliyorlar. Bildiğiniz trafik terörü. ‘Benzin fiyatı ucuzmuş’ diyorum, İran’da tanıştığım bir arkadaşa. O ise ‘size ucuz, dört kuruştan kırka çıktı’ diyor. Yalnız benzin kaliteli değil. Süper benzin var, ama tiner katıyorlar imiş. ‘Ya siz buna ne katıyorsunuz, tiner kokuyor’ sözüne karşılık, ‘iyi ya abi, motoru temizliyor’ gibi pişkin bir karşılık alınabiliyormuş. Yaptığım ilk hata döviz bozdurmamak, ikincisi telefon hattı alımını sonraya bırakmaktı. Tabii ki burada bana ayarlanan arabayı kaçırmama içgüdüsü de ağır basıyor. Araba tutma fiyatı o kadar ucuz ki… Yaklaşık dokuz kilometrelik yola dört lira verdim. Ankara’da bu mesafe, aşağı yukarı otuz beş liraya patlıyordu. Telefon işi hava alanında halledilirse, sorunların birçoğu ortadan kalkabilir. Zira telefon şirketlerinin çalışma saatleri devlet dairesi gibi ayarlanmış. Mesela bir metroda gördüğüm ‘Irancell’ her ne zaman gitsem kapalıydı. ‘Herhalde kapatmışlar, çalışmıyor’ serzenişime arkadaş ‘ben çalışırken gördüm’, şerhini düşmüştü. Yaklaşık on iki gün sonra aynı yerde başka bir firmanın (o da muhtemelen devlete ait) kartını alabildim. Gerçi bakkallardan, büfelerden de hat alabilirsiniz; lakin hattın kime ait olduğunu bilmediğinizden, başınız derde girebilir. Telefon önemli, çünkü telefonda iki yazılım Tap30 ve Snapp ile Uber gibi bulunduğunuz yerden istediğiniz mahalle varabiliyor, fiyattan ve kimin arabasına bindiğinizden haberdar olabiliyorsunuz. Allahtan devlet güvenliği sağlam da, taksiciler bu çeşit arkadaşları tartaklamıyor. Gerçi nasıl tartaklasın, şehrin yarısı taksicilik yapıyor. Yediden yetmişe… Yayaysanız yanınızdan dakikada bir kornayla geçen arabaları görmezden gelme zorunluluğunuz var. Bu iki program normal tutulan taksilerden daha ucuz, yaklaşık yarı fiyata mal oluyor. Ulaşım için bir başka araç, metro ağı ise gayet etkileyici. Neredeyse bütün şehri kaplamış, altı hatla birbirleri arasında geçiş yapıp istediğiniz yere varabiliyorsunuz. İmam Humeyni hava alanına metro gidiyor. Metroda kadın erkek ayrı. Seyyar satıcılar şarj, çiklet, çanta, kibrit satmaya çalışıyor, her on adımda ezberlerini tekrar ediyorlar. Canlı müzik de mevcut. Arkadaki müzikle şarkı söyleyenler, enstruman ile müzik icra edenler, ağzıyla jazza benzer melodi tutturanlara şahit oldum. Metro kartlarını anahtarlık şeklinde yapmışlar, gayet kullanışlı. Kart otobüste de kullanabiliyor. Otobüste Türkiye’dekinin tersi bir uygulama var. Biz binerken karta basıyoruz, İran’da inerken kart basılıyor. Sebebi gidilen yola göre fiyatlandırma. Askerler kıyafetleriyle her yerdeler. Burada askerlik yirmi dört ay sürüyormuş.

Genelde Türkiye’de iken kimle karşılaşsam şöyle deniliyordu, orada her şey ucuz. Bu bilgi yanlış. Ekmek ucuz, yarı fiyatına. Bizim ramazan pidesine benzer berberi ve çakıl taşı üzerinde pişirildiğinden ismi sengek(çakıl taşı) olan ilginç ekmekleri var. Tabii ki sadece ekmek yiyemezsiniz. Yemek fiyatları memleketteki ile neredeyse aynı, daha kötüsü Türkiye’deki hazır yemekleri aratıyor. Bir et döner yedik, döner utanır. Yemekler çok baharatlı, yemeğin ana maddesinin tadını alamıyorsunuz. Sade yoğurt istedim, nane serpiştirilmişi geldi. Kebapları ekşi, yanında küçük portakalla servis ediliyor. Tavuk da, kırmızı et de balık gibi; yavan bir tat alıyorsunuz. Kırmızı etteki o kekremsi tadı; kuyruk yağı buğusunu ara ki bulasın. Siyah kıvırcık zeytini sevmiyorlar, yeşil zeytin mevcut. Bahçe ürünlerinden, salatalık, domates, kavun; çekirdekleri İsrail’den gelmiyor olacak; leziz. Baharatlardan safrana özel bir ilgi söz konusu. Safranın çok pahalı olduğu malum, ama milli bitki sanki. Işıklı tabelada ‘safran satış yeri’ gibi bir şey okudum. Pilavda, kebapta… her yerde, her yerde o. Şimdi totem çağında olsaydık, muhtemelen İran’ın totemi safrandı. Aş-ı rişte diye bir bulamaçları var, bizim lahana yemeği ğulyayı andırdığından beğendim. Lokantalarda yemek çeşidi yok gibi ve bir kişi Türkiye’deki ile beş lira fark edecek bir fiyatla sofradan kalkıyor. Değmediği için içerleniyor insan.

Tahran’da bir piramit gibi dağa, kuzeye doğru zenginlik artıyor. Bakkal ve süpermarket çağından daha çıkılamamış. İran’a bir BİM vb. şart. Çikolata ve bisküvi ürünlerinde Türk markasına rastlamak olası. Bakkal, fırın ve berberlerin çoğusu Azeri Türk’ü. Her köşebaşında başka adda bir banka ofisi (bankamatik değil) ve bazı köşelerde döviz bozdurma ofisi mevcut. Döviz büroları bazen satış yapmıyorlar. Açıklar ama dövizin inmesini bekliyorlar.

Tahran’da kuzeyde El-Burz dağlarının devamı sıradağlar uzanıyor. Dere gibi akan; dikkatsizler ve çocuklar için tehlikeli açık kanallar ve binalar arkasında yükselen dağ yapaylığın arasında doğayı hatırlatan anlar yaratıyor. Tepesi, ben geldiğimde karla kaplı dağdan gelen esinti etrafı soğutuyordu. Hala karlı. Binalar Türkiye’de eski mimariyi andırıyor. Beyoğlu’nu hatırlatıyor. Arada Toki gibi bir bina uzanmış, hizayı bozmuş. Binanın müteahhitinin Türk olduğunu öğreniyorum. Binaların duvarları kolay kolay ulaşılacak, üzerinden atlanılacak gibi değil. Yaklaşık iki buçuk, üç metre uzunluğunda. Bu hem mahremiyet, hem de güvenlik kaygısını akla getiriyor. Hırsızlık son zamanlarda artmış. Türkiye’den farklı olarak hiç mikser görmedim. İnşaatlar İran’da uzun sürüyormuş. Recep’le kitap fuarına gittik. Yüzmek için sahili dolduran memleketim insanına rahmet okutan bir kalabalık dışında, fuarın hayat bölümünde süren cami inşaatı gözüme çarptı. İnşaatın yaklaşık yirmi yıl sürdüğünü öğrendim. Binaların içi ise labirenti andırır şekilde hesapsız. Avm hususunda Türklerden çok şey öğrenebilirler. Ava Center diye bir Avm mevcut. Kirişleri yatay. Bu yolu şarşırmanıza, kafanızı çarpmaktan son anda kurtarmanıza, yolu uzatmanıza neden olabiliyor. Dışarıdan görünümü güzel, lakin kullanışlı değil. Ev kiralamada ilginç bir yöntemleri var. Bir kişi diyelim ki, bir evde iki seneliğine duracak, o kirayı yahut kararlaştırılmış parayı peşin ödüyor. Ayrılırken verdiği parayı geri alıyor. Ev sahibi bu parayı faize yatırıyor. Sanırım böylece kiradan daha fazla gelir elde ediyor olacak. Çok garip değil mi? Faiz yüzde 30 civarlarında imiş. ‘Hadi ya’ diyorum. Arkadaş, ‘hani sizin İmar Bank vardı ya, onun gibi’ diyor. Başka türlü kiralama yöntemleri de var tabii ki.

İnsanlara dair gördüklerim de şunlar. Metroda insanlarda Ankara bezginliği var. Ekonomi insanları zorluyor olacak. Bir profesör, bizdeki asgari ücreti alıyor. Evlilikte istenen mihr epeyce abartılı. Birisi beş yüz bin tl’ye tekabül eden bir meblağdan söz eder gibi oldu, gerisini dinleyemedim. Bir başka arkadaşa meseleyi sordum, ‘mesela 1300 küsurda doğmuş bir hanım için mihr o doğum tarihi kadar altındır, ama verilmiyor ki’ diyor. Yoksa millet nasıl evlenecek. Anlaşılan İran’da tearüf denilen gelenek sadece taksicilikte rastlanılan bir durum değil. Yani taksici, lokantacı, bakkal parayı uzattığınızda önce bir ‘kâbil ne dâre/gerek yok’ yerinde bir şey söylemeyi adet edinmiş. Gelgelelim ‘hım, tamam teşekkürler’ der ve ücreti vermezseniz, ‘bir dakika paramı neden vermedin’ gibi bir tenakuzla hayrete düşebilirsiniz. Yani ‘deminki hayal ettiğimdi, ama hakikat başka… gerçekler dünyasında yaşıyoruz’, gibi bir tutum. Aileye dönecek olursak, görebildiğim kadarıyla büyük aile kavramı hala yürürlükte. Parkta ve lokantada bu bariz anlaşılıyor. Erkek gençlerde hiphop kültürü ve modası hakim. Kadınlarda ise zorunlu olan türban bazen kaşkol gibi başa atılmış vaziyette. Bir kitapçıda karşılaştığım yeşil saçlı kız, şapkanın tereğini ters çevirmiş sokağı arşınlayan bir başkası; işin zorakiliğini açıklıyor. Bunun dışında saçın sadece bir kısmını gösteren resmi giyimlilere ve çarşaf giyinenlere de rastladım. Kurumlarda ayrımcılıktan mıdır bilemem, kadınları ön sırada buldum. Bir çöpçü, otobüs şoförü falan görmedim tabii… Sokakta yürürken yadırgatan olaysa boya abartısı idi. Makyaj bazılarında yüz üstünde maske gibi duruyor. Ne demişler; gülde boya sakil durur! Sarışınlık merakı yanısıra fondöten üzeri allık ve bir burun… Burundan kastım şaşırtıcı şekilde burun ameliyatı fazlalığı. Burun öyle yabancılaştırıcı ki, yüze dikkat edemiyorsunuz. Burun bazı kemerli olur, bazı düz olur; ama içe kavisli olur mu? Bu çeşit burun çok. Aynı elden çıkmış gibi içe doğru kemerli, ucu yukarı kalkık burunlar. İyilerine de rastladım, ama bir insan yüzüne değil de heykele baktığımı hissettim. Bir gün ahdettim, bugün sayacağım. Burnu bantlı biri erkek, dört kişi saydım. Yani yeni burun ameliyatı olmuş. İranlılarda bariz bir burun kompleksi var. İranlı arkadaşın evine misafirliğe gittik. Orada da kardeşin burnu…

İkinci kaldığım yer ise Valencek’te bir yurt. Şehid Behişti Üniversitesi’ne bağlı. Dekhoda’ya gelecekseniz ya burada yahut İnkılap Caddesi’ndeki yurtta kalmanız şart koşuluyor. Bir önceki yerimde beş kişilik odada uyumaya çalıştığımdan burası cennet gibi geldi. Dekhoda’ya yaklaşık üç kilometre uzaklıkta.

Şimdiye kadar yaşadığım en hoş anı. Bir sabah yurttan aşağı inerken yol kenarlarında bodur, çiçekli çalılıklara yirmi, otuz kelebeğin konup yolda bana eşlik etmesiydi. Hayretten dilimi yuttuğum hadiseye ise İnkılap Cadde’sinde yürürken rastladım. Yaklaşık bir düzine adam, ayrı ayrı mahallerde ellerinde tuttukları kırmızı tabela ve sözleriyle bir şeyler vaat ediyordu. Sordum, senin yerine parayla tez yazmak istiyor dediler. Fazla söze ne hacet. Hadise bu denli aşikardı.

 

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s