Yazar: Gürbüz Deniz
Tiyatro oyunlarının türleri için kullanılagelen trajedi ve trajikomik kavramları bir insanın gündelik hayatı ve düşünce dünyası içinde varlığını canlı bir şekilde sürdüren ve kişinin varoluşunda derin etki bırakan her türlü yaşamsal renkliliği ve anlamlılığı içinde taşıyan formlardır. Biz bu kavramları, içinde bulunduğumuz düşünsel ortamın yetersiz fakat kendinden emin, liyakatsiz ama cesur insanları için rahatlıkla kullanabiliriz. Onların trajedisi ise kendilerini aynalarında bir dev gösteren dinleyicilerinde, trajikomik hale dönüşmekte.
Zamanın birinde, kendini bilmez bir edebiyat öğretmeni, lise birinci sınıftaki öğrencilere trajedi ve trajikomik kavramlarının ne demek olduğunu öğretmek için sınıfın terbiyeli ve şahsiyet sahibi öğrencilerinden birinin yanına gelir ve elindeki sopayı sertçe öğrencinin kafasına indirir. Öğretmen, neye uğradığını şaşıran ve acıyla gözlerinden yaş boşalan öğrenciyi işaret ederek, sınıfa bakar ve şöyle der: “Bu hal bir trajedidir”. Öğretmenin sözü biter bitmez, arkadaşlarının halini görmezden gelen öğrenciler hep birden gülmeye başlar. Öğretmen; “bu gülüşünüz de trajikomik olandır” der.
Dünyada ve ülkemizde görsel ve yazınsal medya alanlarında İslam hakkında söz söyleyip kavga edenler, retorikçiler ile cedelcilerdir (diyalektikçilerdir). Bunlar, kendilerine tabi olan kalabalık taraftar grupları nezdinde standart bir düşünceyi temsil ettikleri için birbirleriyle olan kavga ve gürültüleri analitik düşünen az sayıdaki insanların sesini bastırabilmektedir. Bu kişilerin, bir meseleyi o meselenin tazammunu bağlamından ziyade, mesele üzerinde kendi inanç ve düşüncelerini meşru göstermek için ele alıp üzerinde konuştuklarını görürüz. Nihayetinde sınır tanımaz aşırılıklara, ithamlara ve hedefledikleri şeyin tam zıddı savunmalara, savrulmalara varırlar. Kur’an üzerine yapılan tartışmalar bu iddiayı temellendirmede bize önemli miktarda malzeme sağlamaktadır. Nihayetinde şunu fark ederiz ki, her iki tarafın çığırtkanlığı, burhan/analitik ehlinin söylemlerinin duyulmasına engel olmuş ya da burhanî söylemlere ihtiyaç kalmamıştır.
Cedel/diyalektik tarafında olanlar, güncel olanı hakikat kabul edip bu kabullerini aklın ilkeleri ile uyumlu hale getirmeye uğraşarak kendileri için meşru bir temellendirmeyle Kur’an’ı yorumlayabilecekleri bir yol tuttururlar. Kur’an; her cepheden bize tesir eden modern hayata uymuyorsa; “o zaman Kur’an’ı modern hayata uydurmak mı lazım?” sorusu yaklaşık yüz elli yıllık çağdaşlaşma serüvenimiz dikkate alındığında insanın canını ziyadesiyle acıtıyor. Kur’anî duyarlılığın uzun zamandır kültürümüzden çekildiği bir süreçte Kur’an’ı bütünüyle modern bir söylemin kalıpları içine hapsetmek ‘akıl tutulmasının’ bir başka çehresidir. Onlar rahatlıkla şu mealde görüşleri dile getirmekteler: “Kur’an’ın anlamı ilahî olsa da onun varlık dünyamıza çıkışı, Peygamberin tecrübeleri ve kendi oluşturduğu dil doğrultusunda ifade edilmiştir. Peygamber beşer ve tarihî bir şahsiyet olduğuna göre Kur’an da tarihsel bir metindir. Yani beşerileşmiş ilahi metin olduğu için Kur’an’ın maksadını esas alıp diğer emirlerini yerine getirmemize gerek yoktur. İhtiyaç olan şeyleri/yorumları biz temin edebiliriz.” Bu kesim, retorikçilerin tam tersine, ihtiyaç duydukları ya da kullanacakları malzemeyi yaşadıkları çağdaki egemen düşüncelerden ödünç almaktadırlar.
Retorik ehlinin yaklaşımı ise şu şekilde özetlenebilir: “Kur’an ilahi bir metindir yani Kelamullah’tır. Bu ilahî kelamı, en iyi ve son sınırında Hz. Peygamber tefsir ve beyan etmiştir. Onun açıklamalarının üzerine başka bir söz söylemek haddi aşmaktır ve haddi zatında kâfir olmaktır.” Bu söylemin bazı iddiaları doğru olmakla beraber ilahî kelamı bir beşerin zihni ile sınırlı tutmak, ilahî kelamı beşerîleştirmenin bir başka yönünü temsil eder. Bu durumda Hz. Peygamber’i yücelteyim derken ilahî alanı daraltma sorunuyla karşı karşıya gelinmektedir. Bize göre, sık tekrar eden uygulamalar olarak özellikle ibadetler hususunda gelen rivayetlerin sıhhati doğrultusunda Peygamber’e ittiba esastır. Ancak ilahiyata/metafiziğe dair inanç ilkelerinin ifade ediliş tarzları aynı kavramsal yapı içerisinde kullanılsa da bireysel tecrübelerin düşüncede farklı anlayışları doğurması sebebiyle bu alana yorum sınırlaması getirmek, kutlu ilahî bilgiyi, beşerî hissedişlerle sınırlamak demektir. Bu kesim, Kur’an’ın anlaşılmasında yalnızca (güya) Peygamber’i rehber kabul ettikleri için çözüm bulamadıkları meselelerde zayıf ya da mevzu hadis kullanmakta beis görmemektedirler. Çünkü çözüm bekleyen çok şey var ve onların da kendi zahiri dindarlıklarıyla daha derinlerde yaşadıkları seküler yaşamlarını meşru sınırda tutan yorum biçimleri var olmalıdır.
Her iki kesime (retorikçilere ve diyalektikçilere) dikkatlice baktığımızda, başladıkları nokta tamamen birbirlerine zıt olsa da ulaştıkları sonucun aynı olduğunu hayretle fark ederiz. Gösterinin trajik yönü burada karşımıza çıkıyor. Aşırı tutumları ya da aşırı taraftarlıkları onları hedefledikleri amacın tam zıddına/tersine götürmüştür. Her ikisi de -farklı ifade tarzlarıyla da olsa- ilahî metni Peygamber’in zihni ile sınırlı tutup beşerîleştirmektedirler. Bu iddia sahiplerinin sayıları çok olduğu için dinleyenleri de çoktur, ancak anlayanları henüz yoktur. Burası da trajikomik olan sahnedir.
Kur’an, retorikçilerin anlam dağarcığı içinde anlaşıldığında, DAİŞ ve selefiler gibi grupların, hayatımızın karşısında mevzilenmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Diğer taraftan Kur’an’ı cedelcilere göre anladığımızda, Kur’an’ın bize ne dediğini anlamamız zorlaştığı gibi, haddizatında Kur’an’ı anlamanın da gereksiz olduğu bir sınıra gelmiş oluyoruz. Yani mevcut problemlerimizi çözmek için, akla ve tecrübeye müracaat edemediğimiz için meseleler içinden çıkılmaz hal almaktadır. Bu sebeple iki tarafın Kur’an’a yaklaşımlarını hakikatin doğru birer yönü olarak kabul etmek mümkün değildir.
Mesele hakkında kanaatimiz şu şekildedir: Kitab’ın anlamı Allah’tan, formu Cebrail’dendir. İlahi mana, Cebrail’in o manaları form haline getirip Hz. Peygamber’e vahiy şeklinde vermesi sonrasında, Peygamber’in aracılığıyla insanlara ilahi kitap olarak ulaştırılmaktadır. Kur’an; Cebrail’in Peygamber’e söz olarak getirdiklerinin insanlara ilan edilen ilahi anlamlarının toplamıdır. Bu sıralama, imanın ontolojik statüsüdür. Yani Allah’tan Cebrail’e ondan kitaplaşıp Resul’e giden bir silsile, Kelam-ı Kadîm’de ifade edilen sıralamadır. Kitap Peygamber’le beraber bütün insanlara hitap etmektedir. Bu sebeple herkes kendi inancı ve yeteneği kadar Kitap’tan pay alabilmektedir. Alınan pay, her Kitab’a müracaat edenin kendi yorumu kadardır. Yapılan yorumlar, doğru veya yanlış olmakla beraber, yorumu yapanın dini ya da inancı bu yaptığı yorumlarla sınırlı olabilir. Ancak yapılan hiçbir yorum din değildir ve yorumu yapanın kendi yorumunu kendisi dışında başkasını bağlamaya zorlaması da dinî bir tutum değildir. Böyle bir anlayışa, yani belli bir yorumu dinleştirmeyi yanlış sayan bir anlayışa alan açmak İslam’ı yaşanabilir kılacak bir imkandır. Aksi halde bütün müslümaların hayatının tekdüzeleşmesi ve bir beşerin zihni ile sınırlı olması kaçınılmazdır.
Kur’an-ı Kerim’de, “Rabbi’nin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde tartış. Senin Rabbin yolundan sapanları iyi bilir, doğru yolda olanları da bilir” buyrulur (Nahl, 125). Müslüman düşünürler bu ayetten hareketle, Kur’an’ın insanları İslam’a davet ederken üç farklı yöntemi usulünce kullanmayı tavsiye ettiğini söylerler. Onlar; hikmet, güzel öğüt ve güzel dil/usulle mücadele etmeyi, davette bulunmanın, insanların doğasının bir gereği olarak anlaşılması gerektiğini belirtirler.
“Onlara karşı sert ve kaba davransaydın etrafından dağılıp giderlerdi.” (Al-i İmran, 159). Konuyu konuşmanın ya da tartışmanın dayandığı usul hakkında bu üç kuralı açmamız gerekirse şu açıklamayı yapabiliriz.
Hikmet, bilgeliğin her türünü içine alır. Dolayısıyla hikmet ehli, mantık ya da aklın kurallarına uyan yani burhan ehli olan kimselerdir. Burhan ehli, bütün insanlar içinde insanların az bir kısmını oluşturur. Bunlar, öncülleri kesin olan önermelerden hareketle, sonucu sebepli, yani akılla anlaşılabilir ve kabul edilebilir neticelere ulaşırlar. İspata dayalı aklî temellere dayanan hakikatleri kabul ederler. Bu gruba ait insanlar analitik zihne sahip kimselerdir. Aynı zamanda analitik zihnin bilfiil olması için zihni tezkiye ve ameli gayretlerinde de öncü kimselerdir. Ancak bu öncülük kişiyi kibre, taşkınlığa götürebilir. Bu tehlikeyi önlemek için her söylemin ya da iddianın akılla ve ikna edici delil ile denetlenmesi gerekmektedir. Bu sebeple burhan ehli olanlar bir şeyi o şey olarak ele alıp inceler. Yani bir mesaili o mesaille ilgili ve ilişkili olan ilişikleri bağlamıyla bilmenin konusu yaparlar. Burhan ehli hem makulata ve hem de ikinci analitiklere göre delillerini serimlemek zorundadır.
Güzel öğütle ikna olmak insanların büyük çoğunluğunun tabiatını oluşturur. Hakkı kabul edecek bu çoğunluk, sözün güzeline uymalıdır. Bunlara retorik ya da güzel hitabetle hakkın anlatılması gerekmektedir. Güzel öğüt sahibi, kendisini dinleyene derin felsefi analizler yapmaz. İnsandaki dini ya da estetik duyguya hitap edip hikâye yoluyla hakkın anlatılmasını mümkün hale getirir. Bu hikâyeler sadece edebi metinleri değil, Kur’an kıssalarını da içine alır. Bu tarz anlatımlar, bir öğretinin kitlelerin pathosunda derin inanç duygusu geliştirirken dinle millet arasındaki mütekabiliyeti de sağlar. Burhan ehli, retorikçinin anlatımındaki kimi hurafelerin farkında olmalıdır. Onların yönlendirmeleriyle retorikçilerin dini sınırları aşmaması temin edilir. Fakat retorikçi hatipler kontrol altında tutulmadıkları zaman kendilerini hakkın temsilcisi olarak gören kalabalıkların onların söylemleri doğrultusunda topyekun cehaletin içine düşmeleri kaçınılmaz olur. Bir retorikçi, liderince kullanılan retoriğin öz delile dayalı olmadığı durumlarda dil hurafelerle süslenir ve hikâye aldatıcı bir anlam üzerinden üretimini sürdürür. Mübelliğ, hitabetini güzel öğütle süslerken, din adına kimseyi kandırmadığından emin olmalıdır. Dolayısıyla hitabetin hakikatiyle söylemin hakikatinin buluşması hikmete açık bir kalbin varlığını sürekli arzulamakla mümkün olacaktır.
Mücadele/cedel ehli ise insanları hakka çağırmada ve davete icabet etmelerini istemede selim akıl sahibi, nazik ve yumuşak kalpli olmayı öncelikle gerçekleştirebilmelidir. Bu da nezaket sahibi uyanık bir kalbe sahip olmayı gerektirir. Bunlar bir mesele hakkında tartışırken, öncülleri kesin olmayan (zannî) meseleler hakkında kendi zanlarını mutlak bilginin tek ölçüsü olarak görme gafletinden uzak durup, zanlarını bir düşüncenin aksiyomu şeklinde savunmalıdırlar. Bu, karşılıklı tartışmadan doğru sonuçların çıkması için olması gereken en doğru yöntemdir. Bu sebeple, kişi kendi iddiasının kesinliği hususunda ısrarcı olmadan yorumunu dile getirip karşısındaki kişinin eleştirisini dikkate alabilmelidir. Aksi halde kavga ve kargaşaya sebep olmaları kaçınılmazdır. Bir tartışmada, her iki tarafın da dikkatli bir üslûp ve zarif bir tutumu ilke edinmeleri tartışmayı/cedeli faydalı bir sonuca taşıyacaktır.
Genel anlamda, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, Müslüman toplumların trajedisi, sorunlarının çözümünü kendi iç dinamiklerinde çözmekten imtina etmeleridir. Trajikomik olan ise, kendi meselelerimizin çözüm yollarını, bizim varlığımızı tehdit eden düşünceler içerisinde arama konusunda uzun zamandır gösterdiğimiz ısrarlı tutumdur. Bu sahnenin dışına nasıl çıkabiliriz? Bu mevzuda burhan ehlinin çözümü kısaca şudur: “Rabbin, yolundan sapanları iyi bilir, doğru yolda olanları da bilir.” Ayet bize, her insanın kendi derinliğindeki/derûnundaki niyetine göre sorumlu tutulacağını ve her bir insanın dünya ve ahiret meselelerinde kapasitesi kadar sorumlu olacağını ifade etmektedir. Bunu din dilinin formuyla söylersek; Kur’an’ın açık ifadelerine mugayir olmamak ve Hz. Peygamberin sahih yorumlarını dikkate alarak sorunlarımızı/mesailimizi aklın ilkeleri bağlamında çözmeye uğraşmamız nerdeyse farz-ı ayn mertebesine çıkmıştır.