Saffet Murat Tura, Madde ve Mana: Rasyonalitenin Kökeni, Metis Yayınları, İstanbul 2015.
Saffet Murat Tura’nın Madde ve Mana: Rasyonalitenin Kökeni isimli kitabı ‘diyalektik materyalizm’ üzerinden varlığı anlamlandırma çabasının bir ürünüdür. Tıp eğitimi almış, ardından uzmanlığını beyin fizyolojisi/nörofizyoloji üzerine yapmış olan yazar, kişisel ilgi ve çabalarıyla özellikle batı felsefesine kısmen hâkim olduğu izlenimini vermektedir. Kısmen diyoruz, çünkü bilhassa Decartes öncesi felsefe tarihine kitabında neredeyse hiç atıfta bulunmuyor. Genel felsefe tarihinin İslam bölümüne ise görebildiğimiz kadarıyla tamamen yabancı. Muhtemelen böyle bir ilgisi hiç olmamış.
Kitabının bizce en önemli özelliği diyalektik materyalist düşünce yapısının dayandığı argümanları kendi içinde derli toplu bulabileceğimiz bir yapıt olmasıdır. Deist-şüpheci bir ailede yetiştiğini belirten yazar erken dönemde marksizmden etkilenmiş, kitabında diyalektik materyalizmden yola çıkarak genel bir varlık anlayışına ulaşmaya çalışmıştır. Bu itibarla kitap, bir metafizik kitabıdır.
Allah inancıyla bağdaştıramayacağımız materyalizmin anlaşılmasının ve kavranmasının; Allah’a inanmayanların niçin inanmadıklarını anlamak, inananların da niçin inandıklarını ortaya koyabilmeleri açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Modernizmle birlikte özellikle batıda pozitivist bilimler açısından varlığı madde üzerinden anlamlandırma çalışmaları yaygınlaşmıştır. Fizik, kimya, biyoloji, tıp, astronomi gibi bilimler materyalizm çerçevesinde bir varlık anlayışı ortaya koyan birer alet olarak düşünülmektedir. İşte Madde ve Mana kitabı bize göre bu bilimlerin toplamından elde edilen sonuçları kendi sistemi içinde bir araya başarılı şekilde getirmiş bir eserdir.
Bu kitabı önemsememizin bir sebebi de ulaştığı sonuçlar açısından makul bulmasak da nüfuz ettiği kaynakların niteliği ve bu kaynakları bize aktarmadaki başarısıdır. Yazar, maalesef kitabın sonuna bir kaynakça koymadığından kitapları derli toplu şekilde bir arada göremiyoruz; ancak birçok dipnotta verdiği ileri okuma listeleri okurun yararını düşündüğünü göstermektedir. Aktarımdaki başarıya gelecek olursak, insan iyi anladığı şeyi anlatmada da sıkıntı yaşamaz. Tura’nın kitabında tam olarak bu durumu tecrübe edebiliyoruz. Yazar diyalektik materyalizmin metafizik anlayışını sade ve basit bir dille ortaya koymuş ve hatta kitabının sonunda bu düşüncenin “imanın şartları” gibi sınırlarını belirlemiştir. Diyalektik materyalizm, nörofizyoloji/nörofilozofi, fizik, biyoloji, tıp, psikiyatri vb. uzmanlık gerektiren konulardaki anlatımları, bu konularla şimdiye kadar hiç ilgilenmemiş olanların bile rahatlıkla konuya nüfuz edebilmesini sağlayan akıcılıktadır. Bu açıdan takdiri hak etmektedir.
Kitabın geneli hakkında bunları ifade ettikten sonra kısaca tezinin ne olduğundan bahsedebiliriz. Tura, aslında kitabının ismini belirlerken koyduğu kavramsal çerçevenin yani ‘madde’ ve ‘mana’ ikileminin bir yanılgı olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Yazara göre mana dediğimiz şey, maddi olay hakkında sorduğumuz “niçin” sorusunun yanıtı olarak ortaya çıkan anlamdır. Anlam, maddi evrenin bütün ve parçaları arasındaki rasyonel ilişkidir. Bu rasyonalite ise maddenin, maksadına uygunluğudur. Dolayısıyla aslında mana diye bir şey yoktur; oluş, tamamen maddeden ibarettir. Bu itibarla evren, kendi içinde açıklanabilir bir sistemdir, aşkınlığa yer yoktur. Varlık, öznesiz bir süreçtir. İnsan, bir özne değil, maddi bir olaydır. Yazarın da kullandığı rahatsız edici bir örnekle söyleyecek olursak düşünme, bir edim değil, bir olaydır, tıpkı kalbin atması gibi. Özne düşüncesini dilimizde var kılan şey ise bir takım sosyolojik zorunluluklardır. Oysa bu düşüncenin bir gerçekliği yoktur. Maddi bir olaydan ibaret olan evreni açıklama girişimi ise bilimdir ve bunun metodu natüralist hermenötiktir. Metafizik boyut, bu yorumlama/soyutlama faaliyetinde ortaya çıkar.
Kitapla ilgili eleştirilere geçmeden önce kısaca şunu ifade etmemiz gerekir: Burada dile getirilen eleştiriler, kitabın genişliği dikkate alındığında kitabın bütün ayrıntılarına tek tek cevap şeklinde olamayacaktır. Üstelik bu sınırlılığın, pozitif bilim nosyonumuzun yazar kadar üst seviyede olmamasından kaynaklandığını da söyleyebiliriz. İlaveten, kitabın içeriğine dair eleştirilerde yazarın kavram dünyasını kullanmayı kabul etme handikapını yaşamamız da kaçınılmaz görünmektedir.
Kanaatimizce yazara yöneltilebilecek en temel eleştiri, kendisi başka türlü göstermeye çalışsa da inanç gramerinden kurtulamayışıdır. Burada onu, inanç gramerine sahip olmakla değil; inanç gramerini kullanmıyormuş gibi yapmakla suçluyoruz. Biraz daha açıklayacak olursam, kendi içinde sistemli bir yapısı olan bu kitabın pozitivist bilimlerin bazı teorilerini ve çalışmalarını yanılmaz ve kesinkes gerçek olarak sunması bir materyalist açısından makul görünse de bu teori ve çalışmalara şüpheyle bakan insanlar açısından bunların doğru argümanlar olarak kabul edilmesi mümkün görünmüyor. Örneğin evrim teorisinin, yazarın ‘madde’yi öne çıkardığı pek çok argümanda temel teşkil ettiği açıkça görülmektedir. Oysa evrim teorisine şüpheyle yaklaşan ve teorinin eksik yanlarını öne çıkaran biri açısından yazarın çıkarımlarını kabul etmek mümkün değildir. Kitabı okurken yazarın sisteminin içine girdikçe lokal olarak makul gelebilecek bilgi ve çıkarımların resmin geneline baktığınızda varlığın varoluşuna anlamlı bir mana veremediğini söyleyebiliriz. Yazarın iddiası olan ve kitabın sonunda “artık ölsem gam yemem” manasına gelecek anlatımlarından sonra ifade ettiği “hakikati buldum” önermesine katılmadığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü yazarın buldum dediği hakikat, Şakir Kocabaş’ın İfadelerin Gramatik Ayrımı’nda enfes şekilde ortaya koyduğu bilimi tanrılaştıran bir anlayışın ürünüdür aslında. Bu ürün bir inanç objesi olmaktan öteye gitmemektedir. Yani ‘Allah’a inanıyorum’ demekle ‘özne yoktur: İnsan bir doğa olayıdır’ demek arasında inanç grameri açısından temelde bir fark yoktur.
Yalnız kitabı okuduğumuzda şu duyguya kapılmamak elde değil: Fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimler bir iman oluşturma noktasında kullanıldığında eğer bu bilimlerle size bu bilimlerden çıkarım yapan kişiler kadar ilgilenmemişseniz bir eksiklik hissediyorsunuz. Yukarıda atıfta bulunduğum İfadelerin Gramatik Ayrımı kitabında açıklanan kategorilerden habersiz iseniz çaresizce boyun bükebilirsiniz. Burada daha önce bu platformda yazdığım “No Comment” yazısına da referansta bulunmak istiyorum. Bir konu hakkında dile getirilen argümanlar kadar getirilmeyenler de yorumdur. Bu noktada dinin elindeki delilleri kuvvetlendiren argümanların hangi objektiflikle ortaya konulduğu bir soru işareti olacaktır. Bu soru işaretinin ortadan kalkması için pozitif bilimler alanında objektif davranacak bilim insanlarına ihtiyaç duyduğumuz açıktır.
İkinci bir eleştiri, metafizik değerlendirmesine konu ettiği soru’nun seçimi açısından yapılabilir. Tura, yukarıda özetlediğimiz tezinden görülebileceği gibi oluş’a “niçin” sorusunu sormaktadır. Niçin sorusu ile neden sorusu, her ne kadar gündelik dilin kullanımında çoğu zaman karıştırılsa da, birbirinden farklı sorulardır. “Niçin”, gayeye, yani hakkında soru sorduğunuz olay’ın sonucuna yönelik bir soru iken; “neden”, kaynağa, yani olay’ın sebebine yönelik bir sorudur. Örneğin fakültede derse giren bir kişiye, “niçin derse giriyorsun” denildiğinde başarılı olmak için cevabını verebilir; ama “neden derse giriyorsun” denirse “öğrenci olduğumdan” cevabını verebilir. Bu açıdan bakıldığında Tura’nın “niçin” sorusunu tercih edip, “neden” sorusunu neredeyse hiç konu etmemesi, “öznesiz süreç” olarak nitelediği oluş’u, sonrası ile açıklama amacına dönüktür. Oysa oluş’a “neden” sorusunu sorduğunuzda onun öncesine gitmek zorunda kalırsınız. İşte bu önceki durum, sizin temel inanç gramerinizin içeriğini oluşturur. Kalbin atması’nın, “doğal seçilim baskısı” nedeniyle olduğunu söylemekle, “tanrının yaratması” nedeniyle olduğunu söylemek arasında gramatik bir fark yoktur. Kitapta yazarın “niçin” sorusunu tercih etmesi, inanç gramerinin gölgelenmesine neden oluyor.
“Niçin” sorusunun tercih edilmesi bir tarafa, bu sorunun kullanılması ile ilgili de bir takım açmazlar olduğu görülüyor. Yazarın kurgusunda “rasyonel tarzda örgütlenmiş olaylar (örneğin canlılar), doğadaki rasyonel tarzda örgütlenmemiş olaylardan hareketle öznesiz bir süreç sonunda” oluşmuştur. Peki niçin? Yazar, bizim görebildiğimiz kadarıyla bu geçiş’e niçin sorusunu sormamaktadır. Rasyonalite’nin, rasyonalite’sizlikten doğması fikrinin yadırgatıcılığına ise hiç girmiyorum, çünkü aslında bu bile cevaplanması zor bir sorudur. Burada yazarın değindiği bir örnek olarak “kafatasındaki büyük deliğin yerinin maksadına uygunluğu” yeterli ve tatmin edici bir cevap oluşturmaz. Maksada uygunluğun, rasyonel tarzda örgütlenmemiş olaylardan, rasyonel tarzda örgütlenmiş olayların çıkışında da gösterilmesi gerekir.
Kitapta dile getirilen temel itirazlardan bir tanesi de felsefe’nin, diğer bilimlere nazaran ilk oluşunadır. Çağdaş felsefecilerden Quine’a referansla yazar, “ilk felsefe”nin olmadığını ve felsefenin diğer bilimlerle aynı düzeyde bütünleyici bir niteliğe sahip olduğunu iddia etmektedir. Yine geçerliliği tartışılır bir yaklaşım olsa da ben bu iddianın kendisine değil, kitaptaki uygulamasına dikkat çekmek istiyorum. Kitapta çoğu kez “bilimden hareketle” ifadesini görüyoruz. Örneğin metnin toparlayıcı bir kısmı olan son bölümünde yazar şu ifadeyle söze başlamaktadır: “Bu kitapta çağımızın bilimlerinden hareketle varlığımızın metafizik hakikatine ilişkin sonuçlara ulaştık.” Bu yaklaşımı gördükçe, felsefenin bilimle eş düzeye getirildiğini değil, bilim’in –hem de yazarın anladığı anlamda özel bir bilim türünün- felsefeye nazaran “ilk” hale getirildiğini düşünmeden edemiyor insan.
Burada “yazarın anladığı anlamda özel bir bilim” derken onun bilim olarak nitelediği fizik, kimya ve bilhassa biyolojiyi kastediyorum. Çünkü Tura’nın eleştirilmeye değer bir başka yaklaşımı da burada ortaya çıkıyor. Ona göre –hazır olun!- sosyal bilimler, henüz bilim statüsüne kavuşamamıştır. Nedeni “bu gibi disiplinlerin metafizik düzeyde belli bir evren anlayışının parçası olamayacak şekilde formüle edilmiş olmasıdır”. Koskoca bir bilimsel gelenek olarak değerlendirebileceğimiz sosyal bilimlerin, “metafizik düzeyde belli bir evren anlayışının parçası olamaması” materyalizmden nasibini alamamasından mı kaynaklanıyor acaba? Yani yazar, kendi benimsediği haliyle “ilk” hale getirdiği bilimi, sadece felsefenin değil, diğer sosyal bilimlerin üzerinde de aslında tayin edici konuma yerleştirmektedir. Yoksa örneğin sosyolojinin değeri hakkında şöyle bir cümleyi kurabilir miydi: “biyolojik anlamda insan türünün toplumsal örüntülerinin ve bunların dönüşümlerinin maddi rasyonalitesini anlamamızda işimize yarayacak dişe gelir tek bir kuram bile bulamıyoruz sosyolojide”. Anlaşılan Tura, diyalektik materyalizme hizmet ettiği sürece bilimsel faaliyetleri bilim olarak kabul etme eğilimindedir. Biyolog vasfından bu yaklaşımı bekleyebiliriz ama en azından kitabından anlaşıldığı kadarıyla felsefe tutkusu olan bir insana yakıştıramıyoruz bu ifadeleri.
Bütün bu eleştirilerden sonra belirtmeliyiz ki yazarın, dinin söylemlerine saldırmadan diyalektik materyalizmi savunması düzeyli bir tartışma zemini ortaya koymaktadır. İnananlara düşen, felsefe nosyonuyla pozitif bilimleri bir arada düşünerek ortaya konulan tezlere cevap vermektir. Hakikat iddiasında olan bizler için bu kaçınılmaz bir görevdir.
Not: Yazının hazırlanmasında değerli katkılarından ötürü arkadaşım Hadi Ensar Ceylan’a teşekkür ederim.
Ellerine sağlık Ali Haydar ifadeler kurgu her şey yerli yerinde derli toplu…