Akademiye intisabımın sebebi, senedim İbrahim Çalışkan hocamızı 12 Şubat 2019 tarihinde Refîk-i A‘lâ’ya uğurladık. Talebesi olarak hayırla yâd etmek ve haddim olmayarak hüsn-i şehadette bulunmak amacıyla bu satırları yazıyorum.
Öncelikle Merhum İbrahim hocamızın cenaze merasimini teşrif eden başta Abdülkadir Şener ve İbrahim Kâfi Dönmez hocalarımız olmak üzere tüm hocalarımızdan Allah razı olsun. Lütfi Doğan hocamızın, yaptıkları konuşmada hatırlattıkları üzere inşallah hüsn-i şehadette bulunan tüm hocalarımızın bu beyanları, İbrahim hocamız için cennetin vâcib olduğunu gösteren birer beyyinedirler.
Saygın tarihçilerimizden Kemal Karpat, kıymetli hatıratında bir hocanın büyüklüğünün, öğrencilerinden anlaşıldığını söyler. Ona göre, kendinden daha başarılı öğrenciler yetiştiren insana ancak “hoca” denir. İbrahim hocamızın ilmî mirasını tevarüs eden ve her biri ilim camiasında adlarından saygı ile söz ettiren Talip Türcan, Ahmet Ünsal, Kâşif Hamdi Okur ve Oğuzhan Tan gibi hocalarımız merhum hocamızın büyüklüğünü gösteren karinelerdir. Hocamızın bu kadar başarılı talebeler yetiştirmesinin zannediyorum en önemli nedeni disiplin anlayışı ve ilmî çalışmalardaki ciddiyetidir. İbrahim hocamızın en bilindik özelliği disipliniydi. Hatta talebeleri olarak en çok karşılaştığımız soru, “yahu İbrahim hocayla çalışmak çok zor değil mi? Nasıl çalışıyorsunuz onunla?!” olurdu. Bu zorluktan kasıt disiplin ise evet, İbrahim hocamızla çalışmak zordu; ama bu zorluğa ancak ona tâlib olanlar katlanabilir zaten. Tıpkı olimpiyat madalyası almak zorunda olan bir sporcunun, fevkalade ağır antrenmanlardan geçmesi gibi hocamızın talebeleri de onunla ilmî çalışmalar yaparak en zorlu parkurları geçmiş sayılırlardı. İlmî kondisyonlarını yüksek tutan hocaları sayesinde hep başarılı sonuçlar elde ederlerdi. Bu nedenle biz talebeleri, hocamızın disiplininden hiç şikayetçi olmadık, çünkü onun deyimiyle “hocanız, hiç sizin kötülüğünüzü ister mi?! Sizin iyiliğinize olduğu için sizden bir şey talep eder!” düsturunun farkında olurduk. Eğer İbrahim hocamızın “zor”luğundan kasıt, onun hâşâ mine’l-huzur çekilmez bir insan olması ise kesinlikle bu düşünce kabul edilemez. Hocamızı yakinen tanıyan herkes bilir ki bir anne-babanın evladından esirgemediği kadar o da bizlere karşı merhametli ve sevecen idi. Varsa onun çatık kaşları, ilmî çalışmalarında ya da derslerinde gereken başarıyı gösteremeyenlere karşıdır. Derslerine çalışan, sorumluluklarını yerine getiren öğrencilerine karşı asık bir suratını hiçbir zaman görmedim. Bırakın asık suratı, bu kabil öğrencileri kazanabilmek için bizzat kendisinin adım attığına defaatle şahit olmuşumdur. Özellikle lisans döneminde başarısını anladığı ve elinden tutabileceğini düşündüğü öğrencilere bizzat teklif ederdi: “İslam hukukunda çalışmayı düşünür müsün?” diye. Dolayısıyla, mahcubiyetinden ötürü onun yanına gidemeyenlerin ağızlarına doladıkları bir lakırdıdır “İbrahim Çalışkan’ın zorluğu”. Hocamız her konuda merhametliydi, ama bir konu hariç. Kulağıma her zaman küpe olan ifadesiyle: “İlimde merhamet, cehaleti teşviktir.”
Bazen eleştiri konusu olur “yahu İbrahim hocamız, niye pek eser telif etmemiş” diye. Onun, fazla sayıda eser telif edemeyişi hep öğrencileriyle bizzat meşgul olma telaşından kaynaklanır. Hatırlıyorum, ilim yuvası Yemenli bir Şâfi‘î âlim olan ‘İmrânî’nin el-Beyân adlı hacimli eserinin sonunda şu mütalaaları okuduğunda tam da kendisi gibi düşünen birini bulduğunu söylemişti bizlere. ‘İmrânî meâlen diyor ki “Bu eseri yazmak için tam beş yıl talebelerimden, tedristen uzak kaldım. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da keşke talebelerimle meşgul olsaymışım.” Merhum hocamız hep biz talebeleri ile meşgul olmayı seçti. Hiçbir gün, keyfî bir sebepten ötürü derse gelmediğini görmedim. Onun için en önemli şey dersti. Başından sonuna kadar dersini, hiçbir şeye kurban etmezdi. Dersinin sulandırılmasına, bölünmesine kat‘î surette izin vermezdi. Sadece resmî derslerinde değil, özel derslerinde de aynı hassasiyeti gösterirdi. Genç talebelerinden olan Said Ali Kudaynetov, Hatice Alsaç ve bana her sabah sekizde odasında buluşarak Ömer Nasuhi Bilmen’in muhalled eseri Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu’nu başından sonuna kadar okutturdu. Her gün iki saat yaptığımız bu derslerle bir gün bir baktık ki o hacimli eser bitmiş, hocamız sayesinde en ince detaylarına kadar tartışarak bütün bir İslâm hukuku konularını tetkik etmişiz. Allah ebeden kendisinden razı olsun.
İlmî çalışmalardaki bu ciddiyetinden sonra bir de onun örnek karakterinden bahsetmek isterim. Merhum hocamızın en çok önem verdiği şey müstağni olmaktı. Ona göre ilim adamı, bu dünyadaki en önemli şey olan ilme sahip olduğu için makam, mevki, para ve sair diğer bütün dünyevî kazançlardan müstağni olmalıydı. İlim adamı, ilmini bir kenara bırakarak hiçbir zaman dünyevi bir menfaat uğruna ilmin haysiyetine halel getirmemeliydi. Çünkü bundan sadece kendisi değil, manevi bir şahsiyet, adeta tüzel bir kişilik olan ilim adamlığı zarar görürdü. Madem ki Allah bizleri ilim yolunda memur etmiş, biz ne diye kendimize başka payeler arayalımdı. Dolayısıyla hocamız için ilim, hep en yüksek rütbe olmuştur. Biz talebelerine de hep bunu tavsiye etmiş ve ilim adamlığına yakışmayacak düşüklüklerden uzak durmamızı öğütlemiştir. Hep derdi ki “Çocuklar! Sizler köşeli taş olun, muhakkak layık olduğunuz yere sizi koyanlar olacaktır.” Köşeli taş olmak, ilmin kazandırdığı ilkeli duruştur. Başkasından ötürü değil, “min haysu huve huve” değerli olmaktır. Bir başka hocamdan aldığım bir nasihat, tam da İbrahim hocamızın bu duruşunu hatırlatırdı bana: “Evladım! Şöhreti sana avâm verir, avâm elinden alır. İtibarı sana havâss verir, yine havâss elinden alır. Ama haysiyeti sadece sen kendine verirsin. Bu nedenle sen haysiyetli olduğun sürece başkası bu haysiyeti senden alamaz!”
Merhum Hocamızın önem verdiği bir diğer özellik sorumluluk duygusu idi. Bir insanın üstlendiği sorumluluğu yerine getirmesi en önemli emanetti. Bu nedenle sadece yerine getirebileceğimiz ya da getirmemiz gereken sorumlulukları üstlenmemizi tenbih ederdi. O sorumluluğu bir kez üstlendiği zaman da, her ne pahasına olursa olsun onu yerine getirmeliydi. Dokuz yılı aşan asistanlığım süresince ona karşı en çok mahcup olduğum zamanlar, özür dilemek zorunda olduğum anlar olmuştur. Çünkü özür dilememizden hiç hoşlanmazdı. Özür dilememize gerek kalmayacak şekilde sorumluluğumuzu yerine getirmemizi isterdi. Bu sorumluluk duygusu, ancak birebir eğitimle alınabildiğinden hep şunu derdi: “Küçüklüğünde, yetişme çağında anne-babasından sorumluluk duygusunu öğrenememiş kişilere bu özelliği sonradan kazandırmak çok zordur.” Eminim hocamızın talebeliğini yapmış herkes, anne-babasına ek olarak ondan da bu sorumluluk duygusunu kazanmış olma bahtiyarlığına ermiştir.
Hocamızın yine en bilinen özelliklerinden biri olan nezaket ve beyefendiliğine de temas etmek isterim. Oturup-kalkmasından giyim-kuşamına, üslubundan estetik zevkine kadar hayatının hemen her noktasında örnek bir beyefendiydi. 1980’lerin başından itibaren öğrencilerinin ona verdiği lakap, giyimine gösterdiği ihtimamdan ötürü “jilet” idi. Derslerine takım elbise ve kravatla gitmeyi, öğrencilerine olan saygısından dolayı görev addederdi. Ayakkabısından atkısına kadar kullandığı aksesuarlar dâhil hep kaliteli giyinirdi. Nice büyük devlet adamlarında göremeyeceğimiz şıklığı onda bulurduk. Çünkü böyle giyinmenin, ilim adamlığı açısından bir temsil olduğunu söylerdi. “İnsanlar, elbiseleriyle karşılanır, sohbetleriyle uğurlanırlar” cümlesini sık sık hatırlatırdı bize. Oturup-kalkma ve üslup diye bahsettiğim şeyler için o kısaca “umûr-ı hâriciyye” kavramını kullanır, bu yönlerini beğenmediği insanlardan bahsederken “umûr-ı hâriciyyesi zayıf” derdi. Ceketin önünün, ayaktayken düğmeleneceği; otururken çözüleceğini ilk kez ondan öğrenmiştim. Hocalarıma karşı konuşurken “istirhâm etmek” fiilini kullanmam yine ondan öğrendiklerimdendir. Konuşma nezaketine örnek olsun diye anlatmak isterim: Bir gün, bir konu hakkında benden rapor alırken “hocam yanlış anladınız galiba!” deyince: “Hadi! Hocalarına “yanlış anladınız” denilmez, “kendimi yanlış ifade ettim galiba” denilir” öğüdünü vermiş ve beni yine zekâsına hayran bırakmıştır. Nitelikli icra edilmiş musikiyi dinler, hüsn-i hattan anlardı. Kalem ve tesbih onun en pahalı zevkleriydi. Bunları, “her ilim adamının estetik bir zevki olmalı” diyerek bize gösterirdi. Hocamızın nezaketine dair bu gibi örnek davranışları sayesinde dindar olsun-olmasın her kesimden insanın saygısını kazandığını hep yaşayarak görmüşümdür.
Eğer kitaba duyduğu aşktan bahsetmezsem bu yazı eksik kalır. Merhum hocamızın eşsiz bir kütüphanesi vardır. Şahsen ben, ilk onun kütüphanesine vurulmuş, “bu kadar güzel bir kütüphanesi olan hocanın talebesi olmalıyım” diye düşünmüştüm. Odasına girdiğinizde, rahlesi üzerindeki kitabın satırlarını ayraç ya da cetvel yardımıyla itinayla çizerek okuduğunu görürdünüz çoğu zaman. Kitap sevgisi hiç bitmez, aksine hep artardı. Yeni aldığı bir kitabın her şeyden önce genellikle kaynakçasını incelerdi. Literatür bilgisine çok önem verir, kütüphanesinde olması gereken, eksik bir kitabı o kaynakçada tespit ederse zihnindeki alınacaklar listesine kaydederdi. Kitaplarla ilgili tek sıkıntısı onlara yer bulmaktı. Derdi ki “biz dualarımızda Allah’tan kitap isterken, yer istemeyi unutmuşuz. Siz ikisini de isteyin.” Kitaba gerektiği gibi para harcamayan, kendi kütüphanesini oluşturmayan ilahiyatçılara çok kızardı. Kitapları, marangozun aletlerine benzetirdi. Aletleri olmayan marangoz, nasıl düşünülemezse, kitapsız ilim adamı da düşünülemezdi. O yüzden kitapları sevenleri, o da çok severdi. Birbirini çok seven iki kitapseverin hatırası ile bitirmek isterim. Eşi değerli Hanımefendi Nermin Çalışkan’dan dinledim, bir gün Mehmed Said Hatiboğlu Hocamız İbrahim Hocamıza demiş ki “İbrahim! Biz ölünce bunca kitap ne olacak?!” Hocamız şöyle cevap vermiş: “Bu kitapları yazanlarla beraber olacağız inşallah hocam, kitapları ne yapalım!”
Kitapları yazanlarla ilim halkanızda buluşmak ümidiyle Hocam…
السلام عليكم دار قوم المؤمنين و انا ان شاء الله بكم لاحقون
“Ey müminler yurdunun sakinleri! Sizlere selam olsun. Muhakkak ki bizler de, inşallah, sizlerin ardından geleceğiz.”
Allah rahmet eylesin. Derslerinde sıkça kullandığı bir sözü hatırladım: “İlim geceler ve gündüzler ister.. “
Mekanı cennet olsun…
Ilitam öğrencisi olarak sevgisini bize naksettigi yüzyüze dersinde kitap sayfasi açma adabını ilistiriverdi zihnimize ve daha nice incelikleri birkaç saatlik dersinde kazıdı gönlümüze.Rabbim ebeden razı olsun kendisinden ve geride bıraktığı eşsiz öğrencilerinden…
Kaleminize sağlık sevgli hocam.Sizde gercekten hocamizin izlerini taşıyorsunuz soylemeden geçemeyeceğim sanal derslerinizdeki o muhteşem özverili dersleriniz icin çok teşekkür ederim Rabbim ilminizi arttirsin cennetle taçlandirsin.
Allah rahmet etsin, belki hocayla çok vakit geçiremedik ama, samimiyetinden şüphe duymazdık…
Elinize yüreğinize sağlık!
Ne de güzel yazmışsınız.. Okurken o günlere gittim. Ve dersindeki heyecanımı mutluluğumu hatırladım. Gözlerinin içindeki ilim ve öğretme aşkını bize aktarircasina anlatırdı.. Anlattığı meselleri, vurucu cümleleri, tatlı sitemlerini dün gibi hatırlıyorum. Kitap sayfalarını çevirmenin bile bir adabı olduğunu ondan öğrendim. Altını özensizce çizersem bir kitap cümlesinin hemen hocamın muntazam çizgileri gelir aklıma.. odasında içtiğim çaylar, ziyaretçileri arttıkça odanın en köşesinde kalıp çıkmayı istemeden saatlerce dinlemek.. Kapısının önünde girmeden önce korku ve heyecanla beklemek.. “Hep çay ısmarlanan değil çay ısmarlayan hocalardan olun” diye takılması.. Ve daha birçok kulağa küpe hayattan özet sözler.. Layık olamadım belki ama çok şey öğrendim ondan.. Allah ebeden razı olsun.. Mekânı cennet, makamı âlî olsun..
Hocamızın öğrencisi olup kalbine dokunulmamış olmak mümkün değil. Dahiyane zekası, ince nükteleri, hayata dair verdiği pek mühim dersler zihnime kazınmış en nadide hazinelerdir hocamdan kalan. Amel defterini kapatmayacak en güzel işleri yaparak, talebe yetiştirerek en büyük derslerden birini daha verdi bana. Makamı Cennet olsun hocamızın..
Slm Muhterem hocamızın öğrencisi olmak bizim için şeref idi. Rabbimiz Refik i Alada ağırlayıp. Cennete uğurlasın. İnş.
Kaleminize sağlik.Kıymetli hocamızın iç dünyasını ilme olan aşkını samimi bir şekilde ifade etmişsiniz. Bőyle bir hocadan ders aldıģım için kendimi şanslı addediyorum.Allah rahmet eylesin,mekanı cennet olsun.
Kendisinden iki dönem doktora dersi almak nasip oldu. Sadece okuldaki odasında her biri özenle irdelenmiş on binin üzerinde kitabı vardı. Merhum İbrahim hocam ilmî derinliğinin yanında aynı zamanda her dâim hakkı-hakîkatı savunan bir fikir insanıydı. Öğrencilerinin ilmî ihtiyaçlarıyla beraber bir baba gibi mâlî sıkıntılarıyla ilgilendiğine yakînen şahit oldum. Başta ailesi, yakın öğrencileri ( Oğuzhan TAN, Hadi Ensar CEYLAN, Hatice ALŞAÇ hocalarım) ve yakın çalışma arkadaşları olmak üzere tüm ilahiyat ve diyanet camiasının başı sağolsun. Cenab-ı Hakk rahmetiyle muâmele eylesin…
İstifade etme imkanımız olan değerleri bize olumsuz gelen bir tek özellik nedeniyle kolayca göz ardı edebiliyor, onlara hayatımızda yer vermemeyi tercih edebiliyoruz. Bu değer bir şahıs olabileceği gibi bir kurum, topluluk yahut bir eser de olabilir. Bazen tek bir yanlış (veya bizim yanlış sandığımız / yorumladığımız) hareket o şahsa belki de hak etmediği olumsuz bir yafta vurmamıza yetiyor, sanki kendimiz hatadan muafmışız gibi..
Hadi hocamın yazısı ‘6 yılımı aynı fakültede geçirdiğim bir hocamdan neredeyse hiç istifade edememiş olduğum’ gerçeğini yüzüme çarptı.
Allah aynı hataya tekrar tekrar düşmekten muhafaza buyursun hepimizi.
Hocamıza rahmet, yakınlarına baş sağlığı dilerim. Yaptığı hizmetler sadaka-i cariye kabul olunsun inşallah.
Allah rahmet eylesin. İbrahim ÇALIŞKAN hocamızla ilk tanışmamız 1993 yılında Kahire Üniversitesi öğrenci yurdunda olmuştu. Hatipoğlu Hoca ile Diyanet İşleri Başkanlığında Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeleri iken bir vesile ile Mısır’a gelmişlerdi. Bu arada Kahire Kitap fuarında birkaç gün kitaplarla haşir neşir olmuşlar, yüzlerce kitap satın aldıktan sonra on dört koli kitabı kaldığımız yurda bırakmışlardı. Biz de değerli dost ve arkadaşlarım Şamil DAĞCI, Sönmez KUTLU, Erkan YAR, Abdülkadir DÜNDAR ve merhum İbrahim SARIÇAM Beyler ile bu yurtta kalıyorduk. Hatta kitaplardan birine şöyle bir bakınca Arapça Paralel ve seri bağlama ile ilgili bir elektrik kitabı gözüme ilişmişti. Hocam maşallah elektrik kitaplarını bile almışsınız deyince, koy koy Arapça teknik terimleri öğrenmek için lazım olur demişti. Nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun.
Hep görenler ve öğrencilerin dilinden dinledik İbrahim Çalışkan Hocamızı.Ben ise görmeden sevenlerindenim. Ankara ilahiyata henüz yeni başlamıştım ki Whatsapp ôğrenci gruplarında çok değerli bir hocanın vefat ettiği haberi paylaşılmıştı ve arkasından kısa bir videosu.ilgiyle izledim ve ilahiyata ilk girdiğim günden itibaren videodaki o söz ile rotamı belirledim.Aklıma mıh gibi çakmıştım tabiri caizse…
Şöyle diyordu hocamız “Her kim ki bu ilmi para ,mal,mülk ve mevki için alır vallahi o ilim onu yarı yolda bırakır.Yok eğer Allah rızası için ise o ilim birgün sizin elinizden tutacak.İşte o zaman İbrahim hocamızı hatırlayın” kendisi gibi kıymetli bu sözleri unutmak ne mümkün.Ben görmeden sevdim ve hoşnut oldum.Allah CC de ondan razı ve hoşnut olsun.Bu sözü ölene denk emanetimdir…
Dilek ÇETINKAYA