Klâsik bir eseri okurken şu üç duruma dikkat etmemiz elzemdir:
- Klâsik eserin yazıldığı çağ nasıl bir düşünce atmosferine sahipti?
- Eserin üslubu neye tekabül ediyor? Yani metnin sanatsal ve anlam yoğunluğu ve doğruluğu ne kadar öz bir tarzda ifade edilmiştir?
- Bu eserin, düşünsel manada bir etkinliği var mıdır? Bize bir şey söylüyor mu? Hatta bu eser birçok eserin bize verdiğini tek başına verebiliyor mu?
Klâsik eserlerin çağlar sonra bize ulaşmaları, onların kendilerine mevzu bahis ettikleri konuların bir şekilde bugün de geçerliliğini ve değerini koruduğunu göstermektedir. Bu tür eserler, klâsik vasfını kazanmak için çağların şahitliğinde, varlıkları onaylanan ve varlıklarıyla insanlar üzerinde iz bırakan yapıtlardır. Bu yönüyle bir eserin klâsikliği o eserdeki düşüncelerin değeriyle doğru orantılıdır. Bu doğruluk ise eserin kendisine konu edindiği mesele ve varlık hakkındaki doğru keşfidir.
Klâsik bir eserin taşıdığı anlam derinliği ve büyüklüğü o eserin ayırt edici vasfı olarak kabul edilir. Böyle bir eserin hakikatle olan ilişkisi ne kadar güçlü ise o eser o kadar klâsiklik vasfı kazanır. Klâsik bir eseri okuduğumuzda, o eserin öncelikle evrensel hakikatle olan paralel ilişkisi bizi cezp eder ve bundan dolayı klâsik eserleri okuruz. Hatta yeniden okuruz ve gerektiği zaman da ezberleriz. Ancak bir eserin klâsikliği veya meşhurluğu bu eserin varlık alanına çıktığı çağın ve toplumların yerelliğini bünyesinde taşımadığı manasına gelmemelidir. O zaman da klâsik bir eseri okurken o eserin tarihine bakmamız önem arz etmektedir. Demek ki klâsik bir eseri okurken ilk aşamada iki şeye dikkat edeceğiz:
- Bu eserin evrensel hakikatle olan bağına,
- Bu eserin yerel, zamansal ve hatta coğrafi zaaflarını görmemizin gerekliliğine.
Klâsik Eserleri Kutsallaştırmamak Üzerine
Eğer klâsik bir eseri yalnızca taşıdığı evrensel hakikat noktasında okur ve onu konumlandırırsak o eseri kutsallaştırmış olabiliriz. Bu ise o eserden faydalanmaktan çok, o eser nedeniyle farklı düşünce ve yeteneklerimizin kısırlaşmasına sebep olabilir. Evvel emirde klâsik bir eserin yazarının bizim gibi bir insan olduğunu unutmamalıyız. Çünkü özellikle dini yorumlama noktasındaki bu eserler sonuç olarak, bir beşerin zihnini, kapasitesini ve sınırlılığını göstermektedir. Bu nedenle de bir insanın yazdığı hiçbir eser din değildir.
Klâsik bir eseri yalnızca yerelliği, kişiselliği noktasında ele aldığımızda ise o eserden faydalanmamız mümkün olmaz. Zamanımızda ve bizden öncekilerin bir esere toptancı yaklaşımları birçok eseri kutsal metinler haline getirmiş, birçok klâsiğin de tozlu raflarda yok olmasına sebep olmuştur. O zaman klâsik bir eseri okurken hakikatle olan ilişkisi eğer dini bir söylem içeriyor ise bu eserin, Kur’an ve sünnet ile sağlamasını yapmak büyük önem taşıyacaktır. Bunun yanında eserin bireysel, yani beşeri tarafını da hiçbir zaman dikkatten kaçırmamamız gerekiyor. Böylece bir eserin hem bir hakikat tarafının hem de tarihî tarafının bulunduğunu dikkate alıp okuduğumuzda, o eserden azami derecede istifade etmiş oluruz.
Klâsik bir eseri okurken onun dili yani üslubu bizi elbette etkiler ve eğer dil zevkimiz varsa bize aynı zamanda büyük hazlar da yaşatır. Zaten klâsikleşmiş edebi eserleri ve özellikle de şiir gibi sanatsal imgeler içeren yapıtları tercüme etmemiz büyük oranda o şiirin değerini kaybetmesine sebep olacaktır. Bunun gibi felsefi, dini eserleri güncelleştirdiğimizde ve okuduğumuzda da o eserlerdeki terim, deyim, düşünsel sistematik mutlaka korunmalıdır ve bilinmelidir. Yani klâsik bir eseri okuma kılavuzumuz olmalıdır. Eğer böyle bir kılavuz rehberliğinde bir klasiği okumamışsak bilgiden çok malumat sahibi oluruz. Zikri geçen durumlar korunmadığında eserin klasikliği yara alır. O zaman klasik bir eseri tercüme ettiğimizde veya okuduğumuzda o eserdeki dilin işaret ettiği şeyi anlamamız için o mevzu hakkında bilgimizi geliştirmemiz ve eğer tercüme edeceksek terimler, metnin yapısını korumak kaydıyla, müphem kalan kavram ve meseleler hakkında dipnotlarda çözüm yoluna gitmeliyiz.
Klâsik bir eseri okurken o eseri yazan şahsın hayatını, bu eserde söz konusu edilen literatürü, bu eser üzerine lehte ve aleyhte yazılanları ve yazarın yaşadığı çağı bilmek okuduğumuz eseri konumlandırmak açısından büyük önemi haizdir. Bu anlamda eserin ve yazarın tarihi, yazıldığı coğrafya ve kültürün bilinmesi eserin doğru okunup anlaşılması için önemli işaretler olacaktır.
Bir eserin klâsikliği o eserin, aynı zamanda yazıldığı o dil ile ifade edilmesidir. Çoğu zaman aynı düşünceler başkası tarafından başka bir dille ifade edildiği halde o eser klâsiklik vasfını kazanamamaktadır. Bazen, büyük bir klâsiği okurken, “ben de böyle düşünüyorum ama öyle ifade edemiyorum.” dediğimiz çok olmuştur. İşte bir eserin klâsikliği dil ve anlam açısından burada aranmalıdır.
Klâsik Eserin Çağının Zekâsına Erişmek
Bir eserin klâsik olması o eseri yazanın zihinsel yeterliliğini gösterdiği gibi, o eseri yazanın kendi döneminin geçerli akli kabullerini de içerdiğini bir ihtimal olarak her zaman aklımızda tutmalıyız. Klâsikleşmiş bir eserin yazarı, zamanının zeki ve çalışkan kişisini temsil eder. Zekâsı ve bu zekânın meyvesini vererek bu yapıtın okunmasının zevk haline gelmesi eserin klasik sınıfına girmesinin delili iken, yazarın çalışkanlığı ise bu eseri vücuda getirmesidir. O zaman klâsik eser yazanların eserlerini okumak, aslında o çağlarda yaşamasak da o çağların akil zekâlarına dostluğumuzun bir yolu olarak bize büyük imkânlar sunmaktadır. Çünkü bu eserleri okumak mevcut yeteneklerimizi aktif hale getireceği gibi, yeni oluşturacağımız bir düşünce yapısının da çoğu zaman temel taşlarını oluşturacaktır. Böylece yeni bir keşfe çıkarken, bir düşünce uğruna zahmetlere katlanırken, önceden keşfedilmişleri yeniden keşfetme zahmetine girmeyiz.
Bugün bir bilim dalı üzerinde çalışan bir şahsın önemi ve konumu, o şahsın en azından kendi alanıyla ilgili referanslarının güçlü olması ve bu referansları bilmedeki kabiliyetiyle doğru orantılıdır. Bu nedenle kişi, kendi ihtisas alanının kaynak eserlerini yani klâsiklerini bilmelidir. Çünkü kendisinin ihtisas alanının geçmişini, hakikatini bilmeyen, bugünü kompoze edemez, etse de her zaman eksik kalacaktır. Mesela Farabi ve İbn Sina’yı anlamak için görüşlerinin kaynağı olarak Grek klâsiklerini, zihniyetlerini anlamak için ise Kur’an’ı ve sünneti iyi bilmek gerekir; onların fikirlerini ancak böyle temellendirir ve anlarız.
Dinin yorumlanması yolunda meydana getirilen ve klâsikleşmiş eserler, özleri itibariyle özgün ve doğru bilgi ve yorumlar içerseler de bu eserler okunurken veya topluma sunulurken, mutlaka güncelleştirildikleri toplumun ve zamanın diline dilleri –anlamlarını bozmamak kaydıyla- uyarlanmalı, uyardığı düşünce ve hayat tarzı ise disipline edilmelidir. Aksi halde o eserlerin öngördükleri dil, düşünce ve hayat tarzı olduğu gibi tatbik alanına sokulduğunda gülünç ve karikatürize tiplerin doğmasına sebep olmaktadır. Avamın kendileriyle amel ettikleri dini klâsikler mutlaka yeniden gözden geçirilmeli ve ondan sonra tedavüle sokulmalıdır.
Medeniyetler Arasındaki Geçit: Klâsik Eserler
Farklı kültür ve dünya görüşlerine ait klâsik eserlerin okunması, geçmişte ve günümüzde, kültürler ve medeniyetler arasında güçlü ilişkilerin tesisine zemin hazırlamıştır. Farklı dünya görüşlerine, dini inançlara ve felsefi tutumlara sahip milletlerin klâsik eserleri, başka kültür ve medeniyetlere intikallerinde, o medeniyetlerin düşünce ve dünyalarını yeniden sorgulamaya vesile olmuş ve bu vesileyle düşünce dünyası kendisini yanlışlardan, zayıflıklardan korumuştur. Grek filozoflarının eserleri vasıtasıyla insanlığın felsefi mirasının Müslümanlara intikal etmesiyle İslâm düşüncesinin büyük atılımlar gerçekleştirmesi bu kabildendir.
Müslümanlar, bu klâsik eserler vasıtası ile daha önce oluşturdukları düşünce birikimlerini yeniden gözden geçirme imkânına kavuştukları gibi, kendi düşüncelerinin kıymeti harbiyelerinin kaç akçe ettiğinin de farkına varmışlardır. Doğrusu klâsik bir eserin bir toplum ve oradaki bazı bireyler tarafından okunması akabinde, bu klâsik eserler o toplum ve o bireylere hicret psikolojisi yaşatmaktadır. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Hicret, insanın her gün gördüğü alıştığı mekanlardan farklı mekanlara geçişi olduğu gibi yine hicret eden insanın farklı düşünce ve hayat tarzlarına da şahit olmasıdır. Eğer hicret eden şahıs kendisini önyargılarından kurtarabilirse, içinde yeniden var olmaya çalıştığı toplumdan devraldığı iyi durumları eski bildikleriyle hayatında cemederek örnek ve öncü bir hayat ve düşünce oluşturabilir. Müslümanların Grek klâsikleriyle olan ilişkileri bu şekilde olmuştur. Ve Müslümanlar yeni düşüncelerine kaynaklık eden eserlerden ve bu eserlerin sahiplerinden her zaman sitayişle bahsetmeyi, düşüncelerinin kaynağı itibariyle namus saymışlardır. On birinci yüzyıl ile on beşinci yüzyıl arasında Batı’ya tercüme edilen Müslümanların düşünce mirası ise Batı’da büyük kırılmalara sebep olmuştur. Hatta Batı, güncel tabirle, eski düşünce ve inanç tarzından makas değiştirecek konuma gelmiştir. Ancak ne yazık ki Müslümanların Grek’e gösterdikleri kadirşinaslığı onlar yeni düşüncelerinin kaynağı olan Müslümanlara göstermemişlerdir. Bu itibarla bir klâsik eserin düşünce kaynağının ne olduğunu bilip, ona göre o eseri okumak bir düşünce namusu olarak karşımıza çıkmaktadır.