Thomas S. Khun, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çeviren: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yayınları, İstanbul 2008.
Giriş
Bilimler tarihini anlamak, sadece bilim adamları ve onların yaptıkları keşiflerin neler olduğunu kronolojik olarak öğrenmek olmasa gerektir. Bu, bilimler tarihini fazla basitleştirmek olurdu. Zira kronoloji, bize görünenden bahsedebilir en fazla. Görünenin arkasındaki zihniyet ise daha dikey bir düşünme biçiminin yardımıyla ortaya çıkabilir. Bu dikey düşünme biçimi bizi, bilimsel bilginin nasıl oluştuğu sorusuyla karşı karşıya getirmektedir. Bir bilgi ne zaman bilimsel olur? Bilimsel bilgi, deney ve gözlem vasıtasıyla doğrulanan bilgi midir? Yoksa henüz yanlışlanamayan mıdır? Daha da ötesi bilimsel bilginin doğrulanabilmesinden ya da yanlışlanabilmesinden bahsedebilir miyiz? Görüldüğü gibi bu sorular, bilim tarihinin verileriyle değil de arka planındaki zihniyet ile ilgilidir daha çok.
Bilimsel bilgi denildiğinde, deney ve gözlem vasıtasıyla doğrulanabilen bilgi genellikle akla gelmektedir. Ne var ki bu, sadece belli bir kesimin düşüncesidir. Genel olarak pozitivist olarak adlandırılabilecek düşünürler bilimsel bilgiyi böyle tarif etmektedirler. Hatta Viyana Çevresi olarak da isimlendirilen mantıksal pozitivistler, bir önermenin, doğruluğu ya da yanlışlığı şöyle dursun, anlamlı olmasını deney ve gözleme konu olabilmesine bağlamışlardır. Onlara göre olasılığı en yüksek olan kuram, en güçlü gözlem desteğine sahip önermelerden oluşan kuramdır.
20. yüzyılın önemli filozoflarından Karl Popper, mantıkçı pozitivistlerin bahsettiğimiz yaklaşımlarına ciddi eleştiriler yöneltmiştir. Ona göre, mantıkçı pozitivistlerin iddia ettiği gibi yalnızca deney ve gözlem vasıtasıyla doğrulanabilen önermeler anlamlı olursa, bu kez “anlam” üzerinde yapılacak bir tartışma anlamsız olmak zorundadır. Öte yandan yine Popper’e göre bir kuramın nihaî olarak doğruluğunu tümevarımsal verilerle sağlamak imkansızdır. Çünkü bu veriler, bize en fazla “şimdilik” kaydıyla kuramın kabul edilebileceğini gösterebilirler. Bu sebeple bir kuramın bilimselliği, onun doğrulanabilmesine bağlı değildir. Binlerce veri ile doğrulanamayan kuram, bir veri ile yanlışlanabileceği için Popper’e göre bir kuramın bilimselliği, kendisini yanlışlanmaya açık tutmasıdır.
Yanlışlamanın da tıpkı doğrulama gibi bilimsel etkinliği yerine getirenlerden bağımsız olamayacağını söyleyen Thomas S. Khun ise, mutlak anlamda bir doğrulamadan ve yanlışlamadan bahsedilemeyeceğini göstermeye çalışmıştır. Bu noktada bilimler tarihini anlaşılır kılmaya çalıştığı eseri ise Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitaptır.
Paradigma ve Olağan Bilim Dönemi
Paradigma kavramı, Khun’un, bilimler tarihini açıklamaya çalıştığı belki de en önemli kavramdır. Paradigmanın yerleşik kullanımı, kabul görmüş olan bir model ya da örnektir. Terim olarak ise paradigmanın anlamı hakkında Khun şunları söylemektedir: Paradigmaları, bir bilim çevresine belli bir süre için bir model sağlayan, yani örnek sorular ve çözümler temin eden, evrensel olarak kabul edilmiş bilimsel başarılar şeklinde tanımlıyorum (s.65). Buna göre paradigmalar, bilim adamları tarafından kabul edilmiş ve bilimsel etkinliklere yön veren kuramlardır. Bu kuramlar belli bir dönemde yapılan bilimsel etkinlikler için model teşkil ederler. Bilimler tarihi de bu kuramlar arasındaki geçişlerden ibarettir. Belli bir paradigmanın nihaî anlamda doğru ya da yanlış olduğunu (ya da bilimsel olup olmadığını) söylemekten çok, onun bir takım sorunları çözmede uygun olduğunu, diğerlerini çözmede ise uygun olmadığını söylemek daha doğru olacaktır; tıpkı modelin, kendisi için model alınan şeyle uygun olması ya da olmaması gibi.
Paradigma rehberliğinde yapılan bilimsel etkinlikler dönemine Khun, “olağan bilim” dönemi adını vermektedir. Olağan bilim döneminde hem bilim adamının olgu toplama işlemi, geçerli paradigma sayesinde daha sistemli ve amaçlı hale gelmektedir hem de araştırmacının ilgilendiği alanı baştan aşağı yeniden kurma ve kavramları yeniden tesis etme ihtiyacı kalmamaktadır. Khun’a göre olağan bilimin amacı yeni sonuçlar elde etmek değildir; olağan bilimsel araştırma bunun yerine, paradigmanın daha baştan temin ettiği görüngü ve kuramların derinlemesine bir şekilde çözümlenmesine yönelmiştir. Dolayısıyla olağan bilim süreci, daha kesin bir paradigmanın oluşumunu sağlamaktadır. Paradigma sayesinde belli bir kısıtlama (alan daralması) ortaya çıkar ve sonuçta daha derinlemesine araştırma yapma imkanına kavuşulmaktadır.
Khun, olağan bilim sürecinde yapılan bilimsel etkinliği “bulmaca çözümü” şeklinde adlandırmaktadır. Yapılan şey, çözümü belli olan sorunlar üzerinde durmaktır: “Olağan araştırma sorunlarının belki de en çarpıcı yanı, kuramda ya da görüngüde olsun, büyük değişiklikler yaratmayı hemen hemen hiç amaçlamamış olmasıdır (s.113).” Nasıl ki bulmacanın çözümü bellidir ve önemli olan çözüme nasıl ulaşılacağının açık hale getirilmesidir, olağan bilim döneminde de paradigmaya mensup bilim adamları, çözümün ayrıştırılmasıyla ilgilenirler. Paradigmayla uyum içerisinde olan görüngüler araştırma konusudur daha çok. Uyumsuz olduğu düşünülenler ise paradigmaya mensup bilim çevreleri tarafından göz ardı edilirler.
Olağan bilim döneminde yapılan bilimsel etkinliğin sınırları ve özellikleri oldukça belli ve kesindir. Tabiri caizse bu süreç, ardında kesin inançların bulunduğu[1] ve bunların sorgulanması yerine bilim adamlarının sorgulandığı bir dönemdir. Öyle ki görüngülerin paradigmayla uyumsuz çıktığı durumlarda kusur doğada, görüngüde ya da paradigmada değil, bilim adamında aranır. Dolayısıyla olağan bilim dönemlerinde aslında sınanan bilim adamıdır.
Paradigmanın, kendi içerisinde oldukça gelenekçi (belki günümüzün moda tabiriyle muhafazakar) olması ve hatları çizilmiş bir alanda bilimsel faaliyetlere izin vermesi kendine ait bir özel dilin varlığını da gerektirmektedir. Paradigma derinleştikçe, paradigmaya mensup bilim adamlarının da daha sembolik bir dili oluşmaya başlamaktadır. Artık her kavram yeni baştan açıklanmaya muhtaç değildir ve özel bir dil konuşulmaktadır. Khun, paradigmanın bu kendi dili için “kavram aileleri” tabirini kullanmaktadır. Khun’un bu yaklaşımında, 20. yüzyılın önemli filozoflarından Wittgenstein’ın ikinci dönem felsefesinin etkisinden bahsedilebilir. Wittgenstein’ın sözünü ettiği “dil oyunları” kuramı, tam da paradigmaya mensup bilim adamlarının kendi aralarında geçerli bir gramer olarak kullandıkları dil ile örtüşmektedir. Önemli olan bu dilin kendi içerisindeki uyumu ve tutarlılığıdır. Dışarıdaki uyumsuzluklar (yukarıda bahsettiğimiz görüngü ile paradigmanın uyumsuzluğu gibi) bu dili konuşanlar tarafından genellikle göz ardı edilirler. Ta ki rahatsız edici boyutlara ulaşana değin…
Bunalım ve Olağanüstü Bilim Dönemi ya da Bilimsel Devrimler
Olağan bilim dönemindeki bilimsel etkinliklerde paradigma ve görüngüler arasındaki uyuşmazlıklar, görmezden gelinemeyecek somutlukta aykırılıklar haline gelmiş ise bir bunalım başlamış demektir ve bu bunalım yeni bir paradigmaya geçişin imkanını hazırlamaktadır. Paradigmalara güven sarsıldığında, paradigmanın ufak parçaları denilebilecek kurallar öne çıkmaktadır ve bunlar üzerinden tartışmalar başlamaktadır. Aykırılıkların baş gösterdiği bu süreçte önce yeni olgular (keşif), sonra yeni kuramlar (icat) gündeme gelmektedir. Ancak Khun’a göre keşifin, gerçekte bir keşif olup olmadığını anlamak hiç de kolay değildir: “Keşif, yalnızca yeni bir şey var olduğunu görmek değil, aynı zamanda onun ne olduğunu da anlamaktır (s.139).”
Khun’un bahsettiği bunalım dönemi tek tek kişileri (bilim adamlarını) özel olarak etkileyen bir süreç olmaktan çok, birden fazla araştırmacının farklı şekillerde de olsa birden etkilendiği bir süreçtir. Hatta Khun, birçok keşfin birbirine çok yakın zamanlarda, ama farklı yerlerde yapılmış olmasını buna örnek gösterir. Tam da bu sebeple paradigma değişimi olarak sonuçlanacak bu süreç devrim olarak adlandırılır. Bu bir devrimdir, çünkü bu değişim süreci, “tek bir kişi tarafından ve bir çırpıda gerçekleştirildiği pek az görülen, özde devrimci bir süreçtir (s.78).” Bu süreç, çoğu zaman eski paradigmayla çok sıkı bağları olmayan bilim dünyasının yeni üyeleri tarafından gerçekleştirilir (s.183).
Yeni bir paradigmaya geçiş, doğanın farklılaşması değil, doğaya bakışın farklılaşmasıdır: “Başka bir paradigmaya geçiş, birikime dayalı bir süreç olmaktan çok uzaktır. Tersine, bilim dalının farklı temellerden başlayarak yeniden kurulması söz konusudur (s.176).” Bu yaklaşımıyla Khun, ilerlemeci tarih anlayışına da karşı çıkmış olmaktadır. Paradigmalar arası geçiş süreci, giriş bölümünde mantıkçı pozitivistlerin ve Popper’in görüşleriyle ifade ettiğimiz “ilerlemeci” (doğru olana daha fazla yaklaşılan) bir süreç değildir. Khun ilerleme düşüncesinin ancak olağan bilim döneminde, bir paradigmanın kendi içinde derinleştirilmesiyle ilgili bir şey olduğunu söylemektedir (s.269). Farklı paradigmalar arasındaki ilişki ise doğru-yanlış ilişkisi olmaktan çok uzaktır. Bu paradigmaların ancak belli noktalarda uyumlu olduğundan, belli noktalarda ise uyumsuz olduklarından bahsedilebilir.
Sonuç olarak Khun’a göre insanlar öyle veya böyle kendi temel inançlarına bağlı kalarak bilimsel ya da bilimsel olmayan faaliyetlerini sürdürmektedirler. İşin sonu hep, “neden” sorusuna daha fazla yanıt veremediğimiz temel inançlara dayanmaktadır. Çünkü: “Kişinin ne gördüğü, hem neye baktığı ile hem de önceki görsel ve kavramsal deneyimlerinin ona ne görmeyi öğrettiği ile yakından bağlantılıdır (s.210).”
[1] Khun, bu kesin inançlar hakkında “bir üst düzeydeki yarı-metafizik ilkeler” adını vermektedir (s.120). Başka bir yerde ise “tarafsız bilim dili yoktur” diyerek (s.224) bilimin dahi temel inançlara dayandığını gözler önüne sermektedir.
Abi bu hermenötik gibi bir şey… Bilimsel Hermönötik Kuramı 🙂 Üstad ulaşamadığımız kitapların en azından burada bir özetini okumak güzel eline sağlık…