21 Gram Üzerine
Meksikalı ataları Azteklerin ruhunu taşıyan yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun yönettiği, senaryosunu ise bir trafik kazası mağduru Guillermo Arriaga’nın kaleme aldığı, tümüyle insanı anlatan bir film 21 Gram. Çizgisel olmayan bir anlatımla kusursuz bir senaryonun birleşimi diyebileceğimiz bu eserde; hastalık, ayrılık, öfke, suç, intikam ve aşk var. Tüm bunların yanında kafası karışık bir dindarın gözünden Tanrı, kader, ilahi adalet ve vicdan azabı gibi konular yoğun bir şekilde işlenmiş. Filmin adı, insanın ölümle birlikte 21 gram hafiflediği yönündeki kanıtsız düşünceye dayanıyor. Bu düşünce, ilhamını 11 Mart 1907 tarihinde yapılan bir deneyden alıyor. Dr. Duncan MacDougail, bu deneyde verem hastalarının ölmeden önceki ağırlıklarından, öldükleri anda 21 gram kaybettiklerini iddia ederek ruhun ağırlığını bulduğunu iddia ediyor. Fazlaca materyalist ve tabii ki hadsizce indirgemeci… Hadsizce; çünkü hayatımız boyunca çektiğimiz tüm acıların his merkezi olan cismi latifin sadece 21 gram ağırlığında olduğuna inanmak ya da daha doğru bir ifadeyle bir ağırlığının olduğuna inanmak oldukça güç.
Amerika’nın gerçek ve ruhsuz şehirlerinden birinde geçen film, Amerika’ya dair o kadar çok görüntü ihtiva ediyor ki kendinizi orada, o anda hissediyorsunuz. Sokaklar, müstakil evler, büyük arabalar, içki dükkanları ve kirden görünmeyen pansiyonlar estetik kaygılarla ve daha sanatsal sekanslar çekmek adına pastel renklerin saldırısına uğramış. Filmin duyguyu aktarmadaki başarısında her şeyin bu kadar gerçek olması oldukça etkili.
Film, adına kader dediğimiz ve büyüsü karşısında yetersizliğimizi tekrar tekrar anladığımız ilahi güç aracılığı ile üç kişinin yollarını kesiştiren bir trafik kazasını konu alıyor. Eşini seven ve hayatta kalmak için kalp nakline bel bağlamış ağır hasta bir matematik profesörü; bir zamanlar uyuşturucunun pençesinde olan ama mutsuzluğunu ardında bırakmış iki kız çocuk annesi bir ev kadını ve kirli işlere bulaşmış, sonrasında eşi ve çocuklarına sahip çıkarak mutluluğu dinde bulmuş eski bir sabıkalı. Alıştığımız üzere Iñárritu, atlamalı kurgu tekniğini çok iyi kullanıyor ve parça parça sökülen olayın ne olduğunu anlamak bile insana zevk verirken olacaklara dair huzursuz bir bekleyişi de beraberinde getiriyor. Acıyı Meksika sosuna bulayan yönetmen, hayatın birbirine bağlı zincirleme olaylardan oluştuğunu, uzaktan bakınca oldukça alakasız duran hayatların aslında bazı noktalara beraber dokunduğunu ve hayatın -birbirinden habersiz olduğunu düşündüğümüz birçok olay ve/veya kişisiyle- her şeyin birbirlerine çok temelden bağlı olduğu bir denge üzerine bina edildiğini hissettiriyor. Ne kadar uzak ve bağlantısız gözükse de bir şekilde yolları kesişen bu hayatlardan birine kendinizi ait hissetmeniz çok zor. Çünkü insan, kendi başına bu olaylardan herhangi birinin gelebileceğini düşünmez; tıpkı Aristo’nun katarsisinde olduğu gibi… Aslında insan ne de çok yanılır… Aynı şekilde, herhangi bir karakterin tarafını da tutamazsınız. Çünkü hiç kimse ne safi siyah ne de beyaz; ve hatta siyah, en güzel beyazda belli eder kendini bazen. En adi davranışın arkasında bile çoğu zaman insana ait duygular yatar: belki bencil, belki küstah, belki aşağılık ama insanca… Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi…
İntikam tutkusunun, bir insanın neyi hangi koşul ve şartlar altında yaptığını bilmeme durumunda mahkûmu olacağınız yargısız infaz tuzağının ve vicdan mekanizmasının insan ruhu üzerinde yarattığı baskı hatta tahribatın bulunmaz örneklerini sunan bu eser, dinin –daha doğrusu dine yanlış bir bağlanışın- insanı manipüle etmedeki başarısının da eşsiz bir prototipini sunuyor. Filmde bu prototipi Benicio del Toro olarak, Jack Jordan rolünde izliyoruz. Dinin sıradan bir Amerikalı için ne kadar önemli olduğunu bu karakter üzerinden hiç zorlanmadan çıkarabilirsiniz. Hatta Jack Jordan’ın, iki küçük kız çocuğu ve babalarını, üzerinde “Jesus Saves” ve “Faith” mottolarını göz kanatacak bir zevksizlikle resmeden truck’ıyla ezdikten sonra teslim olmaması ve kaçması konusunda onu ikna etmeye çalışan eşine söylediği, “sorumluluğum sana ve çocuklarıma değil; Tanrı’ya” ifadeleri Amerikalıların Jesus fanatizmini çok açık şekilde ortaya koymaktadır. Ziyadesiyle serkeş bir hayat sosuna bulanmış serserilik ve dine sapkınca düşkünlük ile iyi bir insan olabilme çabası bu karakteri, filmin en dikkat çeken şahsiyetlerinden biri haline getiriyor. Vicdani sorgulamalar ve arayışlar… Sürekli sınırda yaşamak, hayatta kalmaya çalışmak… Hatıraları temize çekebilmek adına dine sarılmak, doğruyu ve hatta mükemmeli arzu etmek, çuvallamak, isyan etmek, sonra tekrar dine dönmek ve kendinle yüzleşmek… 21 gram ruha sahip bir insanın, binlerce tonluk suçluluk ve vicdan azabı altında inlemesi… Filmin en güzel sahnelerinden birisinde de yine Jack’i görürüz. Arkadaşı Peder ile arasında geçen bir diyalogdan:
– (…) Jack! Tanrı’dan merhamet dile.
+ Madem kazaydı neden ondan merhamet dilemeliyim ki? Tanrı bana ihanet etti. İstediği her şeyi yaptım! Değiştim! O’na hayatımı verdim. O bana ihanet etti. O’nun isteğini yerine getirebilmem için bana o lanet olası kamyoneti verdi. O adam ve kızlarını öldürmeme sebep oldu.
Amerikan pragmatik yaşam tarzını dine uygulamakta herhangi bir beis görmeyen sistemin kurbanlarından biri haline gelmiştir Jack. Yaşadığı sefil hayatın, iyiliği saplantı haline getirmesine rağmen zerre değişmediğini hatta daha da kötüye gittiğini gören adamın, Tanrı’yla hesaplaşmak adına kolundaki haç dövmesini dağlaması oldukça etkileyici. Çünkü “insan saçının bir telinin kımıldayışından bile haberdar olan Tanrı”, onun neler çektiğini görmemiş hatta onu suça teşvik etmek için elinden geleni yapmıştı. Sanırım anlatmaya gerek yok, görüyorsunuz: Tanrı bile Amerikalının ya da beyaz adamın pragmatik ihtiyaçlarını gözettiği ve onun mutlu yaşamına devam etmesine müsaade ettiği müddetçe yer alabilir onun hayatında.
Eserde, Paul üzerinden, bir kalp metaforu da göze çarpmakta ve ölüm teması yoğun bir şekilde işlenmektedir. Paul, kalp rahatsızlığı çeken ve organ nakli bekleyen bir hastadır. Uygun kalp Peck’in Jack Jordan tarafından öldürülen eşinden gelir. Paul, kalp nakli sonrasında bir takım değişimler ve gelgitler yaşayarak, kendini Peck’in hayatına ve çıkmazlarına sürüklenmiş bulur. Paul, o kadar çabuk ve fazla değişir ki kalp naklinde sadece kalbin değil, gönlün de naklolduğunu düşünürüz bir an. Peck ise adeta başka bedendeki aynı kalbe âşık olur. Artık Paul sadece Paul değildir. Kalbini aldığı adamın tüm sorumluluklarını da alır üzerine, onun yükü de biner omuzlarına. Tüm kırgınlıkları, pişmanlıkları, hayal kırıklıkları, aşkları ve hikâyesi artık onundur; hatta daha fazla onundur. Ve ölüm. Modern zamanlarda ölüm artık dehşetin ta kendisidir. Ölüm, Hamlet’in meşhur tiradında tanımladığı gibi mutlak bir tevekkülle karşılanan derin ve uzun bir uyku hali değildir. Yani artık ölenle ölünüyor ve hayat kaldığı yerden devam etmiyor.
Tamamıyla insanı anlatan, seyircinin kalbini avucunda tutan ve trajedi içinde trajedinin eşsiz örneklerinden birini sunan bu eserde, kimse kendinden bir şeyler bulmak istemez ama herkes –eğer samimi olursa- bir şeyler bulabilir. Bunun nedeni belki de istisnasız herkesin kaybettiği bir film olmasıdır. 21 grama kaç yaşamın sığabileceğini sürekli sorgulatan bu film bittiğinde tarifsiz bir acı ve çok basit sorularla koltuğunuza yığılıp kalacaksınız. Çünkü seyircinin hiçbir kaçış noktası, sığınağı yok. Saf acı… Ne yazılırsa ne kadar yazılırsa yazılsın bir şeyler eksik kalır bu film ile ilgili ama son bir söz… İnsanoğlunun ifade gücünün sinemada bu denli güçlü bir şekilde ortaya konmasına vesile olan herkese saygılarımı sunarım. Ve izlemediyseniz, tabii ki huzursuz seyirler.