Mariam al-Attar, Islamic Ethics: Divine Command Theory in Arabo-Islamic Thought, Routledge, New York 2010.
Tanıtımını yapacağımız eser, Mariam al-Attar’ın Leeds Üniversitesinde Ian Netton’ın danışmanlığında hazırlamış olduğu Abdülcebbâr’ın Ahlakı: Mu‘tezile Ahlak Öğretisinin Doruk Noktası başlıklı doktora çalışmasının kisve-i tab‘a bürünmüş hali. Attar tezini kitaba dönüştürdüğünde hem adını İslam Ahlakı: Arap-İslam Düşüncesinde İlahi Emir Teorisi olarak değiştirmekte, hem de içeriğinde bazı değişiklikler yapmaktadır. Mevcut haliyle eser; giriş ve sonuç bölümleriyle birlikte “Teorik ve Tarihsel Arka Plan”, “Kur’an ve Hadis’in Ahlaki Varsayımları”, “Mu‘tezile Öncesi Ahlak Doktrinleri”, “Mu‘tezile Ahlakı”, “Abdülcebbâr’ın Ahlak Anlayışı” ve “Normatif Ahlaki Yargıların Analizi” şeklinde altı ana bölümden oluşmakta. Bu tanıtım yazısında her bir bölümün sistematik olarak değerlendirmesini yapmak yerine farklı bir yaklaşım sergileyerek genel hatlarıyla Attar’ın çalışmasından ve merkeze aldığı temel problemlerden bahsedeceğiz.
Attar’ın çalışmasının merkezine taşıdığı kadim soru şudur: Fiillerdeki iyilik veya kötülük veçhesi; Tanrı’nın o fiile ilişkin “iyidir” veya “kötüdür” yargısını vermesinden dolayı mı oluşmaktadır, yoksa fiil bizatihi iyilik ve kötülük veçhesini muhatabına Tanrı’nın emrine ve nehyine ihtiyaç hissettirmeksizin kendisi mi aşikar etmektedir? Bu meselenin tarihi arka planında birçok tartışma yer almaktadır. Örneğin kadim felsefede Platon’un Euthyphro diyaloğunda bundan bahsettiğini, Hıristiyan felsefenin, özellikle Augustine’in bu sorunla hemhal olduğunu görmekteyiz. Attar bu sorunun İslam düşünce geleneği içerisindeki yansımalarını ele almaktadır. Genel olarak İslam tarihinin bütün bir spektrumu içerisinde bu sorunun yansımalarını görmek yerine özellikle Mu‘tezile mezhebinin bu soruna yaklaşımına odaklanmakta, özel olarak da Kadı Abdülcebbâr’ın bu konu etrafında fikriyatını görmeyi merak etmektedir. Attar, İslam dünyasının bu soruna cevap aramasının arkasında yabancı/harici felsefi ve dini düşünce mirası olmadığını, bunların yerine İslam dünyasının; iç meselelerine çözüm bulabilmek adına bu sorunla yüzleşmek zorunda kaldığını ifade etmektedir. Ayrıca insanlığın her dönem karşılaşabileceği sorunların müşterek olabileceği gerçeğinin de göz önünde bulundurulması gerektiğini ilave eder. İslam dünyasında bu tartışmayı doğuran siyasal meselelerin analizini yaparak ahlaki karşılıklarını da bulmayı vazife olarak üstlenir. Zira İslam dünyasının yaşadığı iç meseleler tercüme döneminden çok daha önce bu sorunu ele alma imkânını Müslümanlara tanımaktadır. Mesela imanî meseleler noktasında ilk dönemlerde yaşanan tartışmalar bu sorunla yüzleşmeyi intaç etmektedir. İslam dünyasının bu sorunla yabancı kaynaklar vasıtasıyla değil kendi iç dinamiklerinden hareketle yüz yüze geldiği iddiası, Attar’ın çalışmasının özgün taraflarından birini oluşturmaktadır.
Attar’ın merkeze aldığı bir diğer sorun da Mu‘tezile’nin kabul ettiği beş ilke ve bunların izah edilme tarzıyla ahlaki bir yaklaşım arasında derin ve sağlam bir irtibatın kurulup kurulmayacağıdır. Ahlaki çağrışımlar, Mu‘tezile’nin bu beş temel ilkeyi kabul etmesinde ne kadar rol oynamıştır? Bir başka tabirle Mu‘tezile’nin kabul ettiği beş temel ilke, ahlaki çağrışımlara sahip midir? Attar açısından bakıldığında bunun cevabı şüphesiz ki evet olacaktır. İlk dönem Mu‘tezilîler karşılaştıkları iman, kader, günahkâr kişinin konumu gibi bir takım sorunları ahlaki temele dayalı biçimde aşma eğilimindeydiler. Bu metodu tercih etmelerindeki amaç hem rakipleriyle uygun bir tartışma zeminini tesis etmek hem de İslam akidesini akıl temeli üzerinde bina etme gayretiydi. Örneğin Mu‘tezile’nin beş temel ilkesinden biri olan tevhid ilkesini açıklarken bile onları motive eden güç, ahlaki kaygılardı. İslam dünyasının Mu‘tezile düşüncesinin canlı olduğu döneminde çeşitli kültürlerden ve iç tartışmalardan etkilenilmesiyle çok-tanrıcılık veya insanbiçimci tanrı gibi inançlara, Mu‘tezile’nin itirazının arkasında Allah’ın birliğini koruma duygusu yer almakla birlikte bunun yanı sıra tevhidin yansıttığı ahlaki vurgular önemli bir rol üstlenmekteydi. Zira Tanrı’nın ilahi doğası ve aşkınlığına yönelik her vurgu, insanın Tanrı adına işleyebileceği her zulmün önünü almaya yetecektir.
İlahi Emir Teorisi, iyi ve kötünün akılla bilinemeyeceğini bu yüzden aklın ahlak sahasından tecrit edilmesi gerektiğini, ahlaki olanı, neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleyenin ancak vahiy olduğunu savunan teoriye verilen isimdir. Bu teoriyi göz önünde bulundurarak, İslam dünyasında üretilen ya da savunulan ahlak teorilerinin kapsamını bazı Hıristiyan teologlarının iddia ettiği gibi sadece ilahi emir teorisiyle sınırlı tutmak doğru bir yaklaşım olur mu? Attar İslam dünyasında zengin ahlak teorilerinin içerisinde bu teorinin olmasını kabul etmekle birlikte İslam dünyasına tamamıyla hakim olan ahlak teorisinin İlahi Emir Teorisi olamayacağı görüşündedir. Zira aksini iddia etmek gerçekle bağdaşmamaktadır. Mu‘tezile alimleri ve özellikle Kadı Abdülcebbâr İslam’da ahlaki yargıların akılla bilinebileceğini, vahyin inkitaya uğradığı zamanlarda dahi insanın aklıyla ahlaki yargıları çıkarsayabileceğini savunmuştur. Bu anlamda onlar, vahiyde bildirilenin yerine onun arkasındaki amaç ve gayenin esas alınması gerektiğini vurgularlar. Onların ilahi emir teorisi yerine önerdikleri ise ilahi emirlerin arkasındaki gayeyi hedeflemelerinden dolayı ilahi amaç teorisidir.
Attar’ın eserinde cevabını aradığı diğer bir soru da; ahlaki fiilin, Kâdı Abdülcebbâr’ın genel düşüncesinde ontik, mutlak ve değişmez bir değer taşıyıp taşımadığıdır. Ya da daha sarih bir ifadeyle Kant’ın savunduğu gibi bir fiilin ahlakiliğine dönük olarak o fiil hakkında mutlak, donuk ve dogmatik bir hüküm verilebilir mi? Örneğin yalan söylemek her zaman ve şart içerisinde kötü, doğruyu söylemek ise iyi bir davranış mıdır? Yalan ile kötü, doğru ile iyi arasında verilen hüküm sabit ve kat’i bir hüküm müdür? Attar bu meseleyi son bölüm olan “normatif ahlaki yargıların analizi” bölümünde ele alır. Abdülcebbâr’a göre fiillere ahlaki açıdan değişmez hüküm elbiseleri giydirilemez. Fiiller için ahlaki hüküm; mutlak bir değer taşımaz, aksine değişen şartlara ve durumlara göre fiilin aldığı ahlaki değer de değişebilir. Abdülcebbâr fiillerin ahlaki açıdan hangi değeri taşıması gerektiğine karar verecek ölçütün yukarıdaki mutlak anlayışın yerine tikel fiilin doğuracağı sonuçlar olduğunu vurgular. Bu minvalde fiillere ahlaki değer verme noktasında fiillerde faydayı celb etme tarafının ve zararı def etme cihetinin önemsenmesi ve ön plana çıkartılması gerektiğini, bunun da daha doğru bir yaklaşım olacağını savunur.
Attar, bu soruyla bağlantılı biçimde hatta onun uzantısı da sayılabilecek; ahlaki fiiller sonuçları açısından iyi ve kötü değer yargısını taşıyorsa, acaba Abdülcebbâr ahlaki yargıları estetik yargılarla bir tutarak onların kişiden kişiye değişebileceğine mi hükmetmektedir, sorusunun cevabını da merak etmektedir. Attar merakını Abdülcebbâr’ın konuyla ilgili el-Muğnî adlı eserindeki pasajlara müracaat ederek giderir. Abdülcebbâr açık biçimde ahlaki yargıların estetik yargılar gibi değerlendirilemeyeceğini, zira onların sahip olduğu öznel boyuta sahip olmadıklarını savunur. Estetik yargılar nesnel değerlendirmeye imkân tanıyan yönlere sahip değildir. Oysa ahlaki hükme açık fiiller onlara bu hükmü kazandıran yönlere ve nedenlere sahiptir.
Bu sorunların yanı sıra değerlendirmenin istiabını aşan pek çok soruna da Attar tezinde işaret etmektedir. Batı’da çokça rastlanan ilahi emir teorisi çalışmalarının İslam dünyası içerisinde de var olduğunu ispata cesaret etmesi ve bazı klişe önyargı ve tabuların yıkılmasına ön ayak teşkil etmesi açısından Mariam el-Attar’ın çalışmasını kayda değer bulmakta ve özgün görmekteyiz.